Yazar Arsen Yarman’ın kaleme aldığı, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Osmanlı Dönemi’nde Mücevher ve Ermeni Kuyumcular, mücevherin izini, Osmanlı arşiv belgeleri ve kuşaktan kuşağa mücevhercilik zanaatıyla uğraşan Ermeni kuyumcuların belleğinden yansıyanlarla sürüyor.
Fotoğraflar: Yapı Kredi Yayınları’nın izniyle
Kitabınızı yazma fikrini önsözde oldukça size has bir şekilde, dedenizden kalma saat, büyükannenizden hatıra bir alyans ve yine başka bir aile yadigârı bakır sefer tasından yola çıkarak anlatıyorsunuz. Bu yüzden ben de bu aile yadigârlarından yola çıkarak başlamak istiyorum; Osmanlı Dönemi’nde Mücevher ve Ermeni Kuyumcular nasıl ortaya çıktı?
Kapalıçarşı’ya her gittiğimde birçok kuyumcu, mesleği Ermeni ustasından öğrendiğini söyler, başka zanaatlardan Ermenilerin kabiliyetleri ve çalışma ahlakı da övülürdü. Kuyumculuk gibi güvenin ön planda olduğu bir mesleğin usta-çırak ilişkisiyle yürütülmesi bir anlamda zorunluluk. Ermenilerin bu mesleğin en önemli parçaları olduğu söylense de, ortada rivayetleri aşan ciddi bir çalışma yoktu. Nitekim Mücevher İhracatçıları Birliği Başkanı Burak Yakın’ın söylediği gibi, “Bu konuda pek çok laf vardı ama bilgi ve kanıt yoktu.” Kitabımla bu eksikliği aşmak, Ermeni kuyumculuğunun vasıflarını ortaya koymak ve hünerlerini bugüne taşımak istedim.
Kitapta Osmanlı mücevherciliğini tarih, güzellik ve emek ekseninden bakarak ele alıyorsunuz. Kimi zaman bir saat, hiç bilmediğimiz zamanların hikâyesini anlatır, tıpkı dedenizin saatinin size anlattığı gibi. Kitap hafızanın izini nasıl sürüyor?
Belki de kitabı yazmamın temelinde ailemden kalan bu üç yadigâr vardı. Kavuşan iki elin bulunduğu alyansa her baktığımda, büyükannesinin elini tutan küçük çocuğu hatırlardım. Bu saat ve alyans halamdaydı, ailenin tek erkek çocuğu olduğumdan bana vermişti. 1896’da imal edilen bakır dövme işçilik ürünü sefertasını da bir arkadaşım Tokat’ta bulmuş ve bana hediye etmişti. Bunlar benim ve ailemin hafızasıydı. Osmanlı arşivlerinden, kuyumcularla görüşmelerden ve özel arşivlerden de yararlanarak şahsi hafızayı toplumsal hafıza ve bilgiyle derinleştirmeye çalıştım.
Osmanlı’dan bu yana mücevherciliğin en ışıltılı dönemi hangi zamanlarda yaşanmış?
Bu karşılaştırmadan kaçınıyorum çünkü her dönemin koşulları, beğeni ve üslupları farklı. Kuyumculuk ve mücevhercilik ürünlerindeki artış 16. yüzyıldan itibaren hızlanan değerli maden ve taş ticaretiyle bağlantılı. Bu tarihten itibaren, kiliseler için değerli objelerin üretimi devam etse de mücevher ve kuyumculuk ürünleri ağırlıkla seküler bir nitelik taşıyor, takı ve gündelik kullanım eşyaları çeşitleniyor. Osmanlı’da Lale Devri’nin önemli bir eşik olduğu, 18. yüzyıldan itibaren mücevhercilik ve kuyumculuk eserlerinin form ve üslup olarak zenginleştiği söylenebilir. Ancak bu önceki yüzyıllarda değerli eserler üretilmediği ya da kiliseler için üretilen kuyumculuk ürünlerinin daha az değerli olduğu anlamına gelmez.
Değerli taşlarla süslü çelenk ve sorguçların ihtişamı, kuyumcu Asdvadzadur’un işleri artık Avrupa’nın yakından takip edildiğini gösterir ama ben 16. yüzyılda yapılmış bir eserin de bunlardan daha az değerli olduğunu kabul etmiyorum. Çünkü kendi döneminin tekniğini, formunu, estetiğini yansıtıyor.
Ermeni estetiğinin Osmanlı mücevherciliğine yansıması için ne söylersiniz?
Ermeni estetiği denilen bir tarz ya da formdan belki söz edebiliriz ama bunu donmuş bir kalıp ya da üslup olarak görmemek lazım. Ermeni estetiği de zamanın şartlarına, yer aldığı toplumun beğenisine göre değişiyor. Örneğin İran ya da Rusya’da farklı biçimler alıyor. Güçlü bir altın işçiliğine sahip Etiyopya’da ise Ermeni kuyumcuların işlerinin bambaşka özellikleri öne çıkıyor. Yine de en genel çerçevede, Ermeni mimarisi ve taş işçiliği süslemelerinin, figür detaylarının mücevherlerin ya da değerli metallerden yapılma murassa kutuların, mahfazaların üzerinde görülebildiğini söylemeliyim. Levon Mazlumyan’ın elimizdeki terekesinde bulunan oturtma masa saati, şamdan, tepsi, vazo, fincan zarfı, çerçeve, masa ve sürşarj çizimlerinde ya da Abdülhamid’in 25. cülus yıldönümünde Ermenilerin hazırladığı hediyelerde bunu açıkça görürüz.
Kitabı hazırlarken gördüğünüz, estetik olarak sizi çok etkileyen bir mücevher oldu mu?
Tabii, saymakla bitmez. Uhrevi duyguların sembolü dini objeler, ihtişamlı sorguçlar çok etkileyici. Hovhannes Düz’ün I. Mahmud’a imal edilen tüfeğe yaptığı mücevher süslemeleri sıradışıdır. II. Abdülhamid’in 1911’de Paris’te müzayedede satılan mücevherleri, birkaçı dışında hepsi İstanbul’da yapıldığı için çok önemlidir. II. Mahmud’un Kraliçe Victoria’ya hediyesi elmaslarla çevrili zümrüt broşu, Düzoğlu Hoca Hagop’un İspanya kraliçesine yaptığı işlerin çizim örneklerini diplomatik hediyeleşmeler hakkında fikir verdikleri için beğeniyorum.
Darphane-i Âmire’de 18. yüzyılın ortalarında imal edilen Ermeni düğün altını nadir işler arasındadır. Antikacı Kalebdjian Kardeşler’in Cartier’ye sattıkları lotus çiçeği formundaki broş ya da II. Abdülhamid’in 25. cülus yıldönümü için Apik Unciyan’ın Nigoğos Çizmeciyan’a yaptırdığı gümüş vazo etkileyicidir. Osmanlı’daki dinsel çeşitliliğin bir ifadesi olan beyaz altından hilal ve dört yapraklı elmas taşlı haçtan oluşan kolye de beni şahsen çok etkiler.
Mücevherin içinde onu tasarlayan ustanın yaşamı hayat buluyor bir nevi. Kitapta bahsettiğiniz Ermeni ustaların hikâyelerinden bir anekdot paylaşabilir misiniz bizimle?
Kılıççıbaşı Sarkis Acemoğlu’nun mezar taşını bulma hikâyemizi anlatabilirim. Metropolitan, Benaki gibi müzelerde kılıçları bulunan “Acemoğlu”nun, I. Abdülhamid ve II. Mahmud dönemlerinde kılıçlar yapan Kılıççıbaşı Sarkis Acemoğlu olduğunu tespit etmiş ve daha ayrıntılı bilgilerin peşine düşmüştük. İstanbul’da bir mezarlıkta gömülü olduğunu öğrenince koca mezarlığı taradım ve büyük bir şans eseri, ters çevrilmiş bir mezar taşının ona ait olduğunu gördüm. Adını ve mezar taşını tespit edince arşivden belgeler bulmak da kolaylaştı.
Ermeni mücevher usta yetiştirme geleneği nasıl devam etmiş? Hâlâ nesilden nesle bu işi yapan Ermeni mücevher ustaları var mı?
Kuyumculuk değerli metal ve taşlarla yapıldığı için sıkı denetlenir ve güven ilişkisine dayanır. Bu yüzden de okullar, seminerler, kurslar vs. düzenlense de ustaçırak ilişkisi var olmaya devam ediyor. Mesleği gelecek kuşağa aktaran pek çok mücevher ustası var. Saraya mubayaacılık yapan Serope Büküciyan tarafından, oğlu Apraham’ın adıyla kurulan ve hep Kapalıçarşı’da faaliyet gösteren “Apraham 1882” firması iyi bir örnektir. İzmit’teki işlerini 1920’lerde İstanbul’a taşıyan Torosyanlar da hem elmas ithalatı yapmış hem de kuyumculuk alanında dünyadaki gelişmeleri yakından takip etmiş bir ailedir. Torosyanlar platin ve beyaz altınla dikkat çeken işler yapan, bir dönem özellikle siyah mercan kullanan, 1970-80’lerde yenilikçi ve soyut tasarımları rağbet gören bir aileydi. 2010’da vefat eden Misak Toros ailesinin kuyumculuk mesleğindeki dördüncü kuşaktı.
Kitapta mücevherlerin yanı sıra saatler ve saatçiler de var. Osmanlı’da saatçiliğin yeri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Saatçilik lüks tüketim eşyası imaline çok elverişli ve saray için imal edilen saatlerin mücevherlerle süslenmesi de yaygın bir uygulamadır. Özellikle duvar ve masa saatleri akla gelse de, cep saatleri de bu zanaatın önemli bir parçası. Saatçi Şahin’in 17. yüzyıl ortalarındaki mine işçilikli duvar saati, Eyüplü Mikael Usta’nın bronz süslemeli kubbeli oturtma masa saati, “Zemberekçioğlu” imzalı üç zarflı gümüş koyun saati, besteci Dikran Çuhacıyan’ın babası ve Abdülmecid döneminde sarayda saatçibaşı olduğu söylenen Krikor Çuhacıyan’ın müzikli saati, Yetvart M. Tertzakian’ın duvar saati ilk akla gelenler arasında. Nasip Cezveciyan, Krikor Arabyan, Tolayan, Pulciyan, Kevork Makulyan, Garabed Babayan gibi saatçiliğin çok önemli temsilcilerini de anmak gerekir. Mazlumyan da çok yönlü bir kuyumcu ve saatçiydi.
Mücevhercilik, çok eski zamanlara olduğu kadar çok geniş coğrafyalara da yayılan bir zanaat. Sizce Osmanlı mücevherciliği, hangi yanı ile diğer coğrafya-lardaki örneklerinden ayrışıyor?
Osmanlı mücevherciliği erken dönemlerinden itibaren Doğu ve Batı üslûplarına aşinadır. Bizans kuyumculuğunun yanı sıra Tebriz’den getirilen ustalar aracılığıyla İran kuyumculuğunu da biliyor ve bu sayede kendi sentezini, özgün üslubunu yaratıyor. 18. yüzyıldan itibaren Avrupa kuyumculuğu da yakından takip edilir ve malzeme, teknik, üslup zenginliği artar. Ermeniler ise 16. yüzyılın ortalarından itibaren uzak mesafeli ticaretin önemli bir unsuru olarak İran ve Hindistan’dan Avrupa’ya yönelen değerli taş ticaretindeki rolleri sayesinde hem değerli metal ve taşların piyasasına hem de bu coğrafyanın form ve üslubuna dair bilgilere sahipler. Avrupa mücevherciliğinin Osmanlı başkentine adaptasyonunda da önemli bir rol oynuyorlar.
Sizi, bu yeni kitabın yanı sıra şehir tarihi ve yazılı kültür alanında yaptığınız çalışmalarınızla da tanıyoruz. Bunca zamandır şehirler ve kültürlerle ilgili yaptığınız çalışmaların da verdiği fikirlerle, “nadir” kavramını nasıl tanımlarsınız?
Kişisel çerçevede yanıtlayacak olursam, bu topraklarda bir Ermeni olarak yaşamanın oldukça nadir sayılabilecek deneyimlerden geçmeyi gerektirdiğini söylemeliyim. Bu anlamda “nadir” bir hayat yaşadım diyebilirim. Bu kitap bağlamındaysa, kuyumcuların özel arşivlerindeki mücevher ve kuyum çizimlerinin nadir olduğunu söyleyebilirim.
- Zamanda İz Bırakan Bir Usta: Avedis Kendir
- “İtalyan Yapımı” Kahve Çekirdeğinin 30 Yıllık Serüveni
- Tutkuyla Kesen Bıçaklar
Bu yazı, Saatolog 2022-2023 sayısında yayımlanmıştır. Yazıdaki fotoğrafların yayın hakları Saatolog ve saatolog.com.tr mecralarına ait olup yazılı ön izin olmaksızın hangi ortamda olursa olsun kullanılması yasaktır.