Hastane koridorlarındaki unutulmuş hayatlar ve refakatçi kartı taşıyan bir adamın gözünden anlatılan hikayelerle Lazarus – Tanrı Oyuncağı, okuru Fırat Devecioğlu’nun zihninin labirentlerinde yolculuğa çıkarıyor.
Fırat Devecioğlu’nun kaleminden çıkan ve Destek Yayınları etiketiyle yayımlanan “Lazarus – Tanrı Oyuncağı”, okuyucuyu hastane koridorlarında yankılanan adımların ve sessiz çığlıkların dünyasına çekiyor. Yazar, sıradan bir fotokopicinin varoluşsal dönüşümünü, bir katilin karanlık yolculuğunu dramatik bir üslupla anlatıyor. Devecioğlu’nun metni, derinlemesine bir insan ruhu çözümlemesi sunarken, yalnızlık, terk edilmişlik ve içsel çatışmalarla örülmüş bir atmosferde okuyucuyu sarmalıyor.
Bu eserin yaratılış sürecinde, hastane koridorlarındaki unutulmuş hayatlar ve refakatçi kartı taşıyan bir adamın gözünden anlatılan hikayeler, Devecioğlu ile yaptığımız bu özel söyleşide mercek altına alınıyor. Yazarın, psikoloji, felsefe ve modern insanın dönüşümü üzerine düşüncelerini derinlemesine keşfettiğimiz bu sohbette, “Lazarus – Tanrı Oyuncağı”nın nasıl şekillendiğini, karakterlerin arkasındaki ilham kaynaklarını ve yazarın edebiyat ile tiyatro arasındaki geçişlerde bulduğu sinerjiyi konuşuyoruz. Okuyucularımızı, Fırat Devecioğlu‘nun zihninin labirentlerinde yolculuğa çıkaran bu sarsıcı eserin arkasındaki sırları keşfetmeye davet ediyoruz.
“En çok terk edilen hastalar, nöroloji bölümlerinde oluyor. Bilinçleri olmaması, bu durumda etkili.”
Kitabınızda kendi deneyimleriniz Lazarus karakterinin ortaya çıkışına ve gelişimine nasıl şekil verdi?
Lazarus, hastane koridorlarında doğan gerçek bir hikâye. Kitabın ilk notunu bir hastanenin nöroloji bölümünde kaleme aldım. Bir hastalık nedeniyle üç farklı hastanenin nöroloji kliniklerinde yaşamak zorunda kalmıştım. Başka bir hayatın varlığına şahit oldum. Kendine özgü yaşantısı, rutinleri ile dünya içinde başka bir dünya… Orada, terk edilen hastalar gördüm. En çok terk edilen hastalar, nöroloji bölümlerinde oluyor. Bilinçleri olmaması, bu durumda etkili. İnsanlar, onu hatırlamayan kişiler karşısında, daha az sorumluluk hissediyor.
Başında refakatçisi olmayan, bilinçsiz kişiler beni derinden etkiledi. Özellikle de yemek saatlerinde, içi yemek dolu tabldotların yanı başlarında öylece durması dünyamı sarstı. Hastalara baktığımda, “Bilinçleri olsaydı yaşamak isterler miydi?” diye bir soru zihnimde yer edindi. Önce isyan ettim. Kendimi, onları, bizi, terk edilmiş birer varlıklar olarak algılamaya başladım. Bilinçsiz hastaların arafta olması, ne yaşıyor ne de ölmüş olmaları isyanımı güçlendirdi. Tanrı’nın bizi terk ettiğini düşündüm.
Bir gün altı yaşlarında bir çocuk gördüm. Sabaha karşıydı. Tomografi için uzun bir kuyrukta bekliyorduk. (Yatan hastaların tetkikleri sabaha karşı yapılıyor) Her bir hasta bakıcının önündeki sedyede bir bilinçsiz hasta vardı. Şehirlerin sessizliğe büründüğü o anlarda, insanın aklına hiç gelmediği yerler, yaşamak için sırasını bekleyenlerle doluydu. Tam bu sırada uzandığı tomografi cihazından ağır ağır biri doğruldu. Hepimiz onu bekliyorduk. Kimsesi olmayan, saçları, kaşları dökülmüş bir çocuk. Ağır bir hastalıkla mücadele ettiğini, ilaçlara zor dayandığını öğrendim.
Herkesin ölümünü beklediği bir çocuktu. “Lazarus”un ilk notunu, o an cep telefonuma yazdım: “Tanrı ölmedi, bizi terk etti! Onun adına kitaplar yazıldı. İnsanlar öldürüldü. O mucizesini yarattı ve gitti. Artık bize, dualarımıza duyarsız. İnsana verilebilecek en büyük ceza bu değil mi? Duyarsız kalmak. Tanrı ölmedi, bizi terk etti. O, sahibi olduğu Dünya’nın, kendi yarattığı insanlarca yiyip bitirilmesini izliyor, tüm uyarılarını söylemiş, müdahalesiz, sessizce…”
İnsan doğası, ilginç bir labirent. Tam bu karanlık düşüncelerin arasındayken tuhaf bir şey oldu. Hastane koridorlarına bakarken, orada dolaşan, terk edilmiş hastaların yanında duran bir refakatçi belirdi zihnimde. Burası bir dünyaydı ve elbette burada dünyaya fırlatılan biri olabilirdi. Bu tuhaf genç adamın ismini sonradan “Lazarus” koydum. Eksikliğini hissettiği, aile, aşk, Tanrı, mutlu bir çocukluk hayali ile kucaklaşan Lazarus’u, böylece yazmaya başladım.
“Lazarus’un düşünce dünyasına yansıması, insanın, her zor durumda, hayatını yeniden inşa edebilme gücünü elinde bulundurmasıdır.”
Anlatınız psikoloji, felsefe ve teoloji unsurlarını iç içe geçiriyor. Bu temaları bir roman bağlamında keşfetmeye sizi ne itti?
En büyük sanat, insan ilişkileri. İnsan doğasını tanıma yolculuğu çıkmaz sokaklarla dolu. Psikoloji, felsefe ve teoloji bu yolculukta bize rehberlik sunuyor. Ben de onlardan ihtiyacım olanı alıyorum. Çok sayıda kitap yazmak yerine, az olsun, ama insan benliğine ayna tutan bir üretim olsun isterim. Zaten bahsettiğimiz temalar, hayatın içinde. Gerçeklik algımızı güçlü tuttuğumuz takdirde, sanatsal ifadeye dönüşebiliyor. Lazarus, iyi bir örnek, gerçeklik bağının güzel bir sonucu…
Kritik nokta, üretmek isteyenin, kendine müdahale etmemesi. Sonuçta hayatta kayda değer üretimler ısmarlama olmadan, kendiliğinden oluşur. Ancak yazacağı bir kitap ile çok okunan popüler bir yazar olacağını planlayan kişi, ısmarlama yaptığı için, kayda değer bir üretim veremeyecektir. Dünya’daki tüm anlamlı eserler, yaratıcısının kendiliğinden oluşumuna izin verebildiği oranda hiçlikten varlığa geçebilir.
Tıptaki “Lazarus etkisi” hikayenize kritik bir tematik element olarak hizmet ediyor. Ölüm, yeniden doğuş ve dönüşümün insan deneyimiyle ilişkisini nasıl algılıyorsunuz?
Yeniden doğuş, Carl Gustav Jung’un ifadesiyle güçlü bir arketip. Jung, engin insanlık mirasının, yani insanlığın tüm bilgi ve deneyimlerinin, kolektif bilinçdışında bilgi olarak var olduğundan bahseder. Yeniden doğuş da, önemli bir mirastır ve nesilden nesile, üzerinde düşünülmeye devam edilecektir. Sonuçta nereden geldiğimizi bilmiyoruz, nereye gideceğimizi de.
Lazarus, tarihsel anlatıda, umut ve dönüşümün sembolü olarak yer alıyor. Adının kaynağı, İsa tarafından diriltilen Lazarus. Kaynağı İncil. Aziz Lazarus adlı bir ölü, dört gün sonra, İsa Peygamber tarafından yaşama döndürülür. Bunun düşünce dünyasına yansıması, insanın, her zor durumda, hayatını yeniden inşa edebilme gücünü elinde bulundurmasıdır. Hatta Dostoyevski, “Suç ve Ceza” adlı kitabında, Lazarus’a atıf yapar. Kitapta, Raskolnikov vicdan azabı çektiği sırada, sevgilisi ona Lazarus’u hatırlatır ve Raskolnikov bu azaptan bir çıkış yolu bulur.
Kitabım Lazarus’ta, karakterin ikinci hayatı, böylesi bir umudu temsil ediyor. Başka ifadeyle, Lazarus, kişisel dönüşüm ve içsel mücadelenin bir temsili olarak okuyucunun karşısına çıkıyor. Tarihi Lazarus, ölümden dört gün sonra dirilir, hayata yeni bir başlangıç yapar. Kitaptaki Lazarus ise metaforik bir diriliş yaşayarak kendi içindeki karanlıklarla yüzleşir ve değişir. İki hikayeyi düşündüğümüzde, farklı çağlar ve bağlamlar içinde, yeniden doğuş ve dönüşümün temsilcisi olduklarını söyleyebiliriz. Değişimin iki bin yıllık hikayesi…
Lazarus karakteri, iyi ve kötü arasında gri bir alanda aslında. Bir katile dönüşse de niyeti kendince iyi. Siz Lazarus’a en çok nereden bakıyorsunuz? Annesinin kaybıyla yüzleşemediği için yarım kalan biri mi?
Her şey karşıtlığı ile var olabiliyor. Gece, gündüz, iyi, kötü, sevap, günah. En çalışkan olanımızın içinde bile bir tembel vardır. Engin Geçtan’a göre içimizdeki tembele izin verdiğimiz oranda, çalışkan yanımızla buluşuruz. Önemli olan, var olanı bastırmamak. Bunu yaptığımız sürece iç dünyamızda çatışma eksik olmaz. Kabul, dile kolay ama düğüm açıcı bir anahtar. Psikolojik problemlerin temelinde de çatışma vardır zaten.
Lazarus karakterinin var oluş probleminin odağında, tamamlanmamış yas süreci var. Annesinin ölümü sonrası, bu süreci yaşıyor. Kabul iradesinden yoksun. Böylece çatışma başlıyor. Annesiyle benzer hastalıklarla sahip insanların arasında yaşamaktan haz duymasının nedeni, bu keskin gerçeği, ölümü kabul edememesinden kaynaklanıyor. Onu zihninde yaşatıyor.
Ölmek üzere olan hastaların, annesinden beklediği ama şahit olamadığı son hareketleri yapması nedeniyle, insanları öldürme, ölüm anı sonrası onları izleme gibi arzulara sürükleniyor. Kendine Tanrısal anlamlar yükleyerek (üst benlik oluşturarak), öldürme arzusunu gerekçelendiriyor. Bu yaşantı, Lacan’ın “Usulüne göre gömülmeyen her şey hortlar” düşüncesini hatırlatır. Kültürümüzde yer alan ve ölmek üzere insanların sevdiklerine söylenen ‘Onu son kez gör’ yönlendirmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Yasın tamamlanması bir gereklilik meselesi. Duygusal dayanaklılıkta ihtiyacımız olan bir dengelenme süreci.
Evet, bahsettiğiniz gibi yarım biri. Yüzleşmediği boşluklarını tamamlama gayretinde. Ancak sorumluluğunu aldığında dönüşebildiğini görüyoruz. Lazarus’un yaşadığı baba eksikliği (Tanrı, ağabey, yol gösterici vs. kural koyucunun olmaması) davranışlarını kontrol eden bir diğer boşluk. Bu durum, süper egosunun gelişmemesine neden oluyor. Bu açığı kapatamadığı için (birey olma sorumluluğunu almama), kahramanımızın ‘utanma, çekinme, rezil olma korkusu’ gibi duyguları gelişemiyor. Lazarus, zayıf süper egonun ve tamamlanmamış yas sürecinin bir yansımasıdır. Böylece karşımıza, bir seri katilin oluşma evresi çıkıyor.
Hikâye okuyucuyu yaşam ve ölümün çarpıcı gerçeklikleriyle yüzleştiriyor. Okuyucuların bu zorlu konularla etkileşim kurarak anlatınızdan ne almasını umuyorsunuz?
İnsan ancak hazır olduğu düşüncelerle buluşabiliyor. Hazır değilse, burnunun ucundan Dostoyevski geçse göremiyor. Bir kitap okudum hayatım değişti diyebiliriz, ama gerçekte bu değişime hazır olduğumuz için bunu yapabilmişizdir. Hazır değilsek, okumalar, dışarıdan gelen bilgiler, beynin korteks (kabuk) seviyesinde kalır, yani içselleştiremeyiz. Yoksa, dünya, bu bilgi birikimiyle, çok daha fazla güzele, sanata, barışa yönelebilirdi.
Lazarus, tiyatro oyunu olarak bir süredir seyirciyle buluştuğu ve her oyun sonrası söyleşiler gerçekleştirdiğimiz için, metinle karşılaşanların tepkilerini az çok değerlendirme imkanım oldu. İnsanlar, Lazarus ile yaşayan bir bağ kurabiliyor. Zihninin bir köşesinde duruyor karakter. Belki bilinç dışını hareketlendiren imgelerin (kan, kaka gibi) metinde geçmesi, bu durumda etkili olabilir. Her insanın kendine özgü düğümleri olabilir. Bazen varlıklarından dahi haberdar olmayabiliriz. Ancak onlar davranışlarımızı belirliyor olabilir. Oralara tutulan bir ışık sayesinde, kişi, neyi neden yaptığını, bazı duygularının kökeninde hangi yaşanmışlıklarının olduğunu görebilir. Lazarus’un, bu anlamda, evrensel ölçütleri karşılayan bir metin olduğunu düşünüyorum.
“Acıyı düşünmek, acıyı yaşamaktan daha zor. Ansızın bizi yakalayan ölüm korkuları, hayatı yaşamamazlığın bir habercisi.”
Giderek yalnızlaşıyoruz… Ve yarın bilinçsiz bile değil bilinçli ama çaresiz iken anlatıdaki Lazarus gibi birinin eline düşmeyeceğimizi kimse garanti edemez sanırım. İnsanın kendini birinin kendine oynadığı bir oyunda, anlattığı masalda oyuncak bebek olarak bulması…
O son anlarda, bir sedyenin üzerindesiniz, bilinciniz yok ve sizi sedyenizin başında, hiç tanımadığınız bir insan tutuyor. Kitapta bu durumu şöyle yazmışım: “Ne nerede olduğunu biliyordu ihtiyar ne de yanında kimin olduğunu. Hasta bakıcının arkasından, boyası dökülmüş demir sedyeyi, uzun adımlarla sürüklüyordu genç adam. Koskoca bir ömrün trajik sonuna şahitlik ediyordu boş koridorlar.”
Lazarus’un eline düşmeyeceğimizi ya da bez bebek olmayacağımızı kimse garanti edemez. Ancak geleceği düşünmek, bize sadece anksiyete dünyasının anahtarını verebilir. Sahip olduğumuz tek şey, şimdi ve burada olmak. Bugünün sorumluluğu almak bence önemli olan. Kaygılar, bazen, bugünü yaşamamıza izin vermiyor. Çünkü acıyı düşünmek, acıyı yaşamaktan daha zor. Ansızın bizi yakalayan ölüm korkuları, hayatı yaşamamazlığın bir habercisi. Gelecekte, Lazarus’un elinde bu dünyadan ayrılıyor olsak da, önemli olan, yaşantımıza bakıp, iyi ki kendimi yaşama cesaretim vardı diyebilmemiz.
Lazarus bir novella olarak okuyucuyla buluşmadan önce THINK House’da tiyatro izleyicisiyle buluştu. Tiyatro ve edebiyat arasındaki geçişlerinizi nasıl yönetiyorsunuz ve ikisi arasında nasıl bir sinerji buluyorsunuz?
Aynı bütüne hizmet eden parçalar. Lazarus’ta, oyunun metnine yönelen ilgi, beni Lazarus’un novellasını yazmam konusunda motive etti. Beyaz kağıdın başına geçtiğimde, bir yazarın sahip olabileceği en fazla güce ve avantajlara sahiptim. Cephanem doluydu. Önümde, üzerinde yönetmen notları bulunan bir text, izleyicilerin yorumları, defalarca sahnelenmiş olaylar vardı. Yine de tiyatro metni kadar iyi olacak mı diye kaygılanmadım değil. Ancak Lazarus’un kitabıyla, hikâyenin ötesine geçen unsurları daha güçlü ifade etme fırsatı yakaladım.
Hikâyenin tiyatrosu, metaforlarla dolu. Kitapta ise, örtük anlamların neyi işaret ettiğini ifade edebildim. Öncesinde oyunu izleyenler, kitabı okuduktan sonra, tekrar izlemek için THINK House’a geliyorlar şu sıralar. Ya da Lazarus’la kitap üzerinden tanışanlar, ilgisini çeken bölümleri sahnede izlemek istiyor. Kimi ihtiyar komşuyu merak ediyor, kimi sallanan kadını akıbetini… Şu an okuduğunuz oyunu, aynı ay için sahnede izleyebilir, söyleşisine katılabilirsiniz. Güzel bir sinerji.
Tiyatronun, yazarları sıkılaştıran, konsolide eden bir yanı var. Sonuçta bir oyunda süre belli, oyuncuları düşünerek yazmalısınız. Zaman, mekân, sayfa sayısı gibi şekil şartları var. Böylece, hikâyede öncelik belirleme refleksiniz gelişiyor. En az kelimeyle en güçlü ifadeyi bulma çabası başlıyor. Yazarlığını geliştirmek isteyenler tavsiye ederim.
Fırat Devecioğlu’nun Lazarus’un ardından anlatmak istediği bir diğer hikâye nedir? İçinizden çıkarma vaktinin geldiğini hissettiğiniz o şey…
Aslında Lazarus’tan, tiyatro oyunlarından önce başladığım bir romanım var. Bitti. Ancak benim geriye dönük işlemlerim uzun sürüyor. Yine felsefi roman olmakla birlikte, polisiye unsurları ön plana çıkıyor. Farkı, sosyo-ekonomik açıdan yeni bir perspektif içeriyor olması. İstanbul, Brüksel, Bratislava, Londra’da geçen ilginç bir hikâye.