

Ahmet Büke, ödüllü romanı Deli İbram Divanı’nın ardından bu kez yeni kitabı Kırmızı Buğday’la karşımıza çıkıyor.
Ahmet Büke, Kırmızı Buğday adlı yeni romanıyla edebiyat sahnesine geri döndü. 2022 Vedat Türkali Roman Ödülü’nü kazanan Deli İbram Divanı, 1950’li yılların İzmir’inde yeni esen ekonomik ve politik rüzgârları anlatıyordu. Büke, Kırmızı Buğday’da zamanda daha da geriye gidiyor ve Osmanlı’nın çöküş yıllarında Batı Anadolu bölgesindeki toprak mülkiyetini ve sınıf mücadelelerini ele alıyor. Deli İbram Divanı’nın başarısının ardından Büke bir kez daha köylülere ve mülksüzlere yönelerek bir ulusu şekillendiren hayatta kalma mücadelesini keşfediyor. Kırmızı Buğday’ın kişisel ve tarihsel köklerini, titiz araştırma sürecini ve sesini duyuramayanların hikâyelerini ortaya çıkarma arzusunu Büke’den dinledik.
Bir röportajınızda “Ben bir şey öğrenmek için yazıyorum” diyorsunuz. Deli İbram Divanı’nda hangi merakınızın peşinden gittiniz ve hangi merak sizi Kırmızı Buğday’ı yazmaya götürdü?
Deli İbram Divanı’nı bitirip yayınevine teslim etmiştim. Roman 1950’li yıllarda Batı Anadolu’daki bir hikâyeyi anlatıyor. 1950’li yıllar hem Batı Anadolu’nun hem Türkiye’nin harcının yeniden karıldığı, sınıfsal çelişkilerin çok değiştiği, mücadelenin çok farklı noktalara geldiği yıllar. Özel bir dönem. O romanın evveliyatını anlatmak gibi bir fikir vardı aklımda. “1950’li yıllarda sınıf mücadelesine taraf olan kesimlerin daha evvelinde nasıl bir memleket, nasıl bir dünya vardı?” sorusunun peşine düştüm. Birçok sorunun ve ayrıntının peşine takıldım diye bilirim. Kronolojik bir tarih okumasından ziyade, tarihte ne olduysa “Neden böyle oldu ve neden başka türlü olamazdı?” ve “Hangi maddi koşullar bu sonuçlara yok açtı?” gibi soruların peşine düşmeye değerdi. Mesela coğrafi ve kültürel olarak birbirine yakın yerlerde işgale karşı genel tutum neden bu denli farklıydı? Bu, güzel bir soruydu. “Acaba bunun toprak mülkiyeti, sınıflar dizilişi ve bunlara bağlı olarak sınıf mücadelesiyle bir ilgisi var mıydı?” sorucu da kurucu bir soruydu.

Roman sizin de doğup büyüdüğünüz Gördes’te geçiyor. Aile hikâyeniz de var mı roman içinde?
Evet. Kitabı ithaf ettiğim insanlar, isimlerini aldığım büyük dedelerim o dönemde Batı Anadolu’da, rençber, tütüncü, halk insanı olarak bu mücadelede yer almış insanlar. Yani romana başlamadan önce aklımda onların da hikayesini katarak Deli İbram’ın evveliyatını anlatmak gibi bir fikir vardı. Ancak ben akademik bir çalışma yapmıyorum, akademisyen değilim, tarihçi de değilim. Kurmaca yazıyorum. Elimde bir soru ve bu sorunun devamını tetikleyecek malzeme olması gerekiyordu. Şu geldi aklıma: 100 yıl önce benim de doğduğum coğrafya Gördes, İzmir işgal edildikten dört gün sonra komutanlığa ilk telgraf çeken yerlerden biri oluyor. “Biz bu işgali reddediyoruz, gerekirse silaha sarılacağız” diyorlar. Gördes, dağların arasında yoksul bir yer. O ay içinde Miralay Bekir Sami Bey, Batı Anadolu’yu teşkilatlandırmak için Anadolu’ya geliyor. İlhan Selçuk’un Yüzbaşı Selahattin’in Romanı adında bir kitabı vardır, aslında Yüzbaşı Selahattin’in anılarının bir derlemesidir bu. Yüzbaşı Selahattin, Bekir Sami Bey’in emir subayı ve tam o günlerde Akhisar’a beraber geliyorlar. Gördes ve Akhisar arası kuş uçuşu bir saat. Yani aynı günlerde yoksul insanların yaşadığı bir bölge ayaklanırken Akhisar eşrafı Bekir Sami Bey’le Yüzbaşı Selahattin’i kovuyor. 100 yıl önce aynı coğrafyada birbirine çok yakın olan iki yerleşim bölgesinde bir taraf işgale çok hızlı reaksiyon gösterirken ve teşkilatlanırken öbür taraf niye çok farklı bir tavır alıyor? Acaba bunun toprak mülkiyetiyle, sınıf yapısı ve sınıf mücadelesiyle bir ilişkisi var mı? Bu sorulardan yola çıktım.
Gördes ve Akhisar arasında nasıl farklar var?
Gördes dağların arasında daha çok Türkmenlerin, Yürüklerin yaşadığı bir yer, yoksul bölge. Akhisar ise ovalık, büyük toprakların olduğu, büyük toprak sahiplerinin olduğu bir bölge. Ticaretin geliştiği ve ticaret yollarının kesiştiği, demiryolunun geçtiği bir yer.
Kitapta “ağa pulu” denen bir nesneyi anlatıyorsunuz. “Ağa pulu” nedir? Nasıl karşılaştınız bu pulla?
Kaz Dağları’na giden bir arkadaşım hediyelik eşya dükkânından ağa pulunu kolye diye hediye olarak almış tesadüfen, ancak üstünde Osmanlıca yazılar görmüş. Satan adam “Bu, 100 yıl önce dedelerimize zeytin ağalarının verdiği bir marka” demiş. Bunu merak ederek üzerine gittim; Ege Üniversitesi’nde iktisat tarihi uzmanı arkadaşım Alp Yücel Kaya’ya götürdüm. Osmanlıca biliyor, pulun üstündeki yazıyı okudu: “Bilmemne Zeytin İşletmesi.” Hoca çok heyecanlandı ve bana bu konu üzerinde birlikte çalışmayı teklif etti. Romanı yazmadan önce bu nesne üzerine çalıştık. Arkasında sin harfi var, yani S. Bu ne olabilir diye uzun süre kafa yorduk. Zeytin tarımının nasıl yapıldığını araştırdıktan sonra anladım. Zeytin tarımında iki tür amele, yani işçi var. İlki top silkiciler. Bunlar uzun sırıklarla çalışan işçiler ve yaptıkları daha emek yoğun bir iş. Bir de toplayıcılar var. Kadınlar, çocuklar da toplayıcı olabiliyor. Silkicilerin yevmiyesi daha yüksek. O yüzden buna S harfi koymuşlar ve bu silkicilere veriliyor.

Neden işçiye böyle bir şey veriliyor?
Zeytin tarımıyla alakalı. Zeytin hasadı Aralık gibi başlar ve Ocak – Şubat gibi biter. Yani 2,5 ay boyunca toplanır ve sonra sıkıma veya satılmaya gider. 100 yıl önceki kayıtlara baktığımızda aşağı yukarı böyle. Tüccarın, yani zeytin ağasının eline para Nisan – Mayıs gibi geçer. Öte yandan Aralık ve Mayıs arasında ameleye bir şey vermesi gerekir. Ya yevmiyesini cebinden verecek ya da borç bulacak. Ağalar ikisini de yapmamak için “pul” dedikleri sistemi çalıştırıyor. Çalışana her hafta pul veriyor bir tane. Bunun ortasının delik olmasının nedeni kaybolmasın diye kolye gibi asılabilmesi. İş bittiğinde ve zeytin satıldığında, ağaların eline gerçek para geçtiğinde işçilerin başındaki dayıbaşına “Ameleyi çağır” diyor, amele diziliyor. Amelenin elinde kaç tane marka varsa yevmiyeyle çarpıyor ve parasını veriyor.
O beş aylık sürede işçi nasıl yaşıyor, peki?
Aslında bu soru da bir sömürü aracına dönüşmüş. Çarşıda ağanın ihtiyaç malzemeleri satan bir dükkânı oluyor ve pullar dükkânda para yerine geçiyor. Ancak her şeyin fiyatının piyasaya göre daha pahalı olduğu bir dükkân bu. Örneğin unun okkası normalde bir kuruşsa ağanın dükkanında üç kuruş. Ağa bu yolla parayı bir cebinden alıp öteki cebine sokuyor ve ameleyi kendine bağımlı kılıyor.
“Pul” sistemi bu coğrafyaya özgü olmasa gerek?
Değil. Sanayileşme sürecinde madencilikten demiryoluna ve tarım sektörüne kadar her alanda kullanılmış bir sistem ve “truck system” deniyor. Emeğin karşılığının nakdi olarak değil, aynî olarak ödenmesine deniyor. Bu pulların adı da “truck money.” 19. yüzyılda batıda sendikaların çok mücadele ettiği sömürü sistemlerinden biri. “Biz emeğimizin karşılığını “truck money” olarak değil, her yerde geçerli para olarak almak istiyoruz” diyerek başkaldırıyorlar. Bugün özellikle beyaz yakalı çalışana verilen yemek kartlarının da benzer bir sistem olduğunu düşünüyorum. Onlar da bir nevi “ağa pulu.” O kartları nasıl harcayacağımıza bile işveren karar veriyor. “Bununla şunu yapamazsın, bunu yapamazsın.” Dolayısıyla roman hem dünü hem de bugünün nasıl mayalandığını anlatıyor. Hatta yarına ilişkin de bir şey söylüyor. Şu an parayı dijitalleştirmeye çalışıyorlar. Bir süre sonra çalışanların parası Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası dijital parası ile ödenecek. Dijital parayı emeğinizin karşılığını para olarak alacaksınız ama paranın nasıl kullanılacağına da onlar karar verecek. Mesela diyecek ki “Bu dijital parayla seyahat edemezsin.” Geçmeyecek orada o para. “Şunu harcayamazsın” veya “Şu kadar tasarruf etmek zorundasın” diyecek. Bu, benzer bir emek kontrolü ve emek disiplinidir.
Kurtuluş Savaşı romanı yazmanız kendi çevrenizde nasıl karşılandı? Kırmızı Buğday’ı diğer Kurtuluş Savaşı romanlarından ayıran nedir?
Kitabın fikri ortaya çıkınca anlattığım birkaç arkadaşım bana “Kurtuluş Savaşı romanı çok yazıldı. Niye yazıyorsun? Niye yazacaksın?” dedi. Ben de onlara “Evet yazıldı, iyi romanlar da var. Fakat benim görebildiğim kadarıyla yazılanların büyük bir kısmı o dönemi münevverlerin, aydınların, subayların, devlet adamlarının gözünden anlatan romanlar. Ben bu mücadeleyi veren baldırı çıplak reayanın, rençberin, en alttakinin gözünden anlatmak istiyorum” dedim. Mesela kitaptaki Arap Ali, öyle bir karakter, alttakinin de altı. O diyor ki mesela “Bizim tütünümüz yoktur.” Tütün tarımında çalışan insanlar bunlar ama içecek tütünü yok. Onların gözünden anlatmak istedim, çünkü bu benim de hikâyem.

Nasıl bir aile hikâyeniz var?
Ben de o insanların torunuyum. Romanda geçen Ahmet, benim büyük dedem. 1. Dünya Savaşı için seferberlik ilan ediliyor. Aslında askerliğini yapmış ama 32 yaşında tekrar askere alınıyor. Çanakkale’ye gideceğini öğreniyor. Babası “Benim tek oğlum sensin. Her şeyi satalım.” Bunlar Karakeçili yörüğü, sürüleri var. Birkaç parça tütün tarlaları da var. “Gidelim tarlaları satalım, sürüleri satalım, borç alalım. Bu bedeli ödeyelim” diyorlar. O zaman bedel var. Evet Cihan Harbi ama bedel ödeyebilenler gitmiyor. Büyük dedem Ahmet “Ya baba, çarşıda her bütün arkadaşlarım gidiyor. Ben gitmezsem çarşıda yürüyemem. Kaderimiz neyse olsun” diyor. Çanakkale’ye gidiyor, eve haber geliyor, oğlum şehit oldu diyor. Fakat büyük dedem ölmemiş, birliği Filistin’e sevk edilmiş. Filistin’de esir düşmüş. Bu hikaye o kadar çok anlatıldı ki bizim evde, her defasında şaşırdım. Filistin’deki esir kampından kaçıyor ve Manisa Gördes’e yalın ayak başı kabak geri geliyor. Dedem o sahneyi anlatırdı: “Kapı çaldı bir kış günü. Böyle partallar içinde bir adam, ben senin babanım dedi. Yani babam dönmüş diyoruz ama ben tanıyamadım bile.” Annesi sesinden tanınmış, sevinçten bayılmış. Ama oğlu dönmüş, ekmek yapacak buğday yok, komşulardan birer avuç buğday alıyorlar. Büyük dedemin karnını doyuruyorlar. Büyük dedem “Artık şu karşıdaki tarladan burnumu çıkartmam. Ben 10 yıl boyunca her şeyi gördüm, kaç cephede savaştım, artık benim işim bitti. Ben şurada tütün ekeceğim, tütün kaldıracağım, başka da hiçbir şeye karışmayacağım” diyor. Üç ay sonra İzmir işgal ediliyor.
Sonra ne oluyor?
Romanda geçen Hacı Bey de bizim büyük amcamız Hacı Ethem Bükü. O geliyor “Ağabey biz teşkilat kuruyoruz, silah kullanacak adam lazım.” Dedem de “Vallahi ben karışmam artık bu işlere. Ben tütün ekeceğim burada” diyor. Hacı Bey de “Ağabey, burada işgal varken sana burada tütün ektirmezler” diyor. Bir hafta sonra Gördes’e birlik gönderiliyor. Çünkü Gördes telgraf çekmiş. Yani belli ki burada bir kaynaşma olacak. O süreçte Gördes’teki bütün evler tek tek yakılıyor, büyük dedemin evi de yakılıyor. O da yapacak bir şey olmadığını görünce alıyor mavzerini, teşkilata katılıyor. Hem Hacı amcamın hem büyük dedemin İstiklal Harbi madalyası vardı. Bu insanların hikayesinin anlatılması gerekiyor. Yüz yıl önce bizim hikâyemiz bu. Gerçekten yalın ayak başı kabak yapılmış bir savaş. İlk isyan edenler, ilk reaksiyon gösterenler en yoksullar. Akhisar’ın beyleri önce teşkilatlanmaya karşı çıkıyor ama bir yandan da sürekli havayı kokluyorlar. Bu işin nereye gideceğini merak ediyorlar. Büyük dedemin anlattığına göre Sakarya harbi kazanıldığı zaman beylerin tavrı değişmeye başlamış. O savaştan sonra kazanan tarafta yer almak için herkes hamle yapmaya başlıyor. Ama o güne kadar o bölgede yaşayanlardan en yoksulunun savaşı olmuş.
Dört yıl boyunca bu roman üzerinde çalıştığınızı söylüyorsunuz. Nasıl bir mesai gerektirdi bu çalışma?
Kitap üzerinde dört yıl çalıştım ama ben karnımı doyurmak için sekiz saat mesaili bir işte çalışıyordum. Kendime ayıracak çok zamanım yoktu; sekiz saat işim var, evde görevlerim var, bir kızımız var vs. Dolayısıyla benim günde bir ya da iki saatim kalıyordu çalışmak için. Tatilleri, izinleri kullanmaya çalıştım. Yani dört yılı dolu dolu kullanamadım tabii. Fakat şöyle bir şey var: ben Deli İbram’da da aynısını yapmıştım, elbette oturup kendi başıma yazdım romanı ama romanın gerektirdiği araştırmalar için de “örgütlendim” diyebilirim. Mesela Alp Yücel Kaya çok önemli bir iktisat tarihçisi; bu süreçte onunla çok yakın arkadaş olduk. Mesela ona “Alp Hoca ben 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında Ege’deki köy bakkalları nasıldı öğrenmek istiyorum” diyordum. Alp Hoca arşivlerden araştırıp bana gerekli kaynakları yolluyordu. Aynı şekilde yazdığım metindeki iktisadi kısımları satır satır okuyup tarihsel hataları düzeltti. Sadece Alp Hoca’yla da çalışmadım. Kitapta Cihan Harbi’ni, yani 1. Dünya Savaşı’nı da anlatıyorum. Özellikle Çanakkale’deki kara savaşlarının ilk 12 saatini anlatıyorum, bu yüzden Çanakkale cephesini 6-7 ay çalıştım iyi anlatabilmek için. Aynı şekilde Çanakkale’yi çalışmış uzmanlar, tarihçiler, akademisyenlerle arkadaş oldum. Onlara yazdığım bölümleri yolladım ve hatta fikir aldım. Gerektiğinde hatalarımı düzelttiler.

Örnek verebilir misiniz?
Mesela bu kitabın ilk bölümünde düşman donanmasının çıkartma harekâtını, onların gelişlerini anlatıyorum. Ben orada donanmanın 4-5 mil açıkta durduğunu biliyordum, “5 mil açıktan filikalarla karaya çıktılar” diye yazdım o bölümü. Emekli bir deniz subayı arkadaşım okuyunca akşam bana şey hemen akşam mesaj attı: “Ahmet sen bir deniz mili ne kadar biliyor musun?” Deniz mili 1.3 kilometreymiş, yani 5 deniz mili 6-7 kilometre yapıyor. Bir asker o kadar yolu kürek çektikten sonra taarruz edebilir mi? Edemez. İngiliz arşivlerinden belgeler de ekleyerek bana yolladı; evet gerçekten öyle olmamış. Askerler filikalara yüklendikten sonra buharlı küçük teknelere, istimbotlara bağlanıyor. Askerleri 3 mil boyunca onlar çekiyor, 150 metre kala istimbotlar halatları bırakıyor, sonra kürek çekilerek taarruz başlıyor. Ben bunu ilk haliyle yazsaydım sadece uzmanlar anlardı belki, bir şey olmazdı ama düzgün bir iş yapabilmek için onların desteğini aldım. Kısacası romanı dört yılda yazdım ama romanı satır satır okuyup hatalarımı düzelten tarihçi, akademisyen, iktisatçı arkadaşlarımın da çok fazla emeği var.
Kitabın adı neden “Kırmızı Buğday”?
Kırmızı Buğday, Ege’de başka bir Afro-Türk Efe olan, yeni ismi de Ali olan, Arap Ali Efe’ye yakılmış bir türkü. Romanın ruhuna da çok uyuyordu. Çok güzel bir türküdür ama sözleri değiştirilmiş. Romanda orijinal sözler geçiyor. Hikâyesi de çok güzel. Arap Ali Efe, İstiklal Harbi zamanında dağda pusuya düşüyor ve yaralanıyor. Hekime götürmek için kaçırıyorlar. Arap Ali’yi köyde bir kadının öküz arabasına, buğday çuvallarının üzerine yatırıyorlar. Üstüne de buğday saplarını örtüyorlar, saklıyorlar ve hekime götürüyorlar. Hekim tedavi ediyor o sırada. Arap Ali çok da yakışıklı bir adam. Kadın, eskiden de Ali’ye yanık. Ona orada iyice âşık oluyor. Arap Ali tedavi oluyor o sırada, öküz arabasını geri götürüyor. Kadın, sapları kaldırınca kana bulanmış çuvalları görüyor. Arap Ali’nin kanı buğdaylara sızmış. Çuvalları götürüp derede yıkıyor ama bir türlü arınmıyor kanından. Kırmızı Buğday ayrılmıyor. Kadın yıkıyor, yıkıyor. Bir türlü kan arınmıyor. O da türküyü yakıyor.
Romandaki askeri terimleri ve savaşla ilgili tarihsel bilgileri nasıl çalıştınız?
Literatüre hâkim olmak gerekiyor ama asker kadar olamam tabi. Bir de 100 yıl öncesinin askeri literatüründen bahsediyoruz. Dolayısıyla ona hâkim olma biçimlerini keşfetmek gerekiyor. Ben o dönemde yazılmış hatıratları okudum. Bir de harp cerideleri diye bir şey var, bir tür harp günlüğü demek. Savaş ilan edilir edilmez, birlik komutanı “Şu gün şu dakikada şu oldu; taarruza kalktık, şu kadar yaralı verdik, şu kadar ölümüz var. Şuraya ilerledik veya şuraya çekildik” gibi onlarca detayı bu ceridelere yazar. Şu an kulağa çok teknik bir şey gibi geliyor ama bu ceridelerdeki bazı detaylar o dönemin ruhunu anlamak için çok faydalı oluyor. Kitabın dilini oluştururken harp ceridelerinden çok faydalandım. Mesela bir tanesi Eskişehir, Kütahya muharebelerinde yazılmıştı. İkinci günlerinden sonra orada Türk ordusu çok ciddi darbe alıyor. Yani çok ciddi bir kayıp veriyor. Orada birlik komutanın tuttuğu kısa bir ceride var. Muhtemelen Büyük Taarruz’da şehit olmuş, çünkü devamı yok bu ceridenin. Bir bölgeyi anlatıyor, bölgede askere istirahat veriyor, yemek yenmesi gerekiyor fakat yiyecek hiçbir şey kalmamış. Üç tane askerini en yakın köye yolluyor, yiyecek bir şey bulmaları için. Fakat köylerde de bir şey yok, bir çuval soğanla geliyor çocuklar, başka bir şey bulamadık diye. Bölük komutanı da bütün askerlerine kuru soğan dağıtıyor. Yiyen yiyor, yemeyen ekmek torbalarına koyuyor. Aynen böyle yazmış: “Ekmek torbalarına koymak suretiyle yola devam ettik.” Çok kısa süre sonra bu birlik bir taarruz altında kalıyor ve önemli ölçüde kayıp veriyor. Yani birliğin üçte ikisinden fazlası orada şehit oluyor. Şehitleri hemen gömüyorlar ve geri çekiliyorlar. Aynı birlik bir süre sonra Sakarya Harbi’nde o bölgeye taarruz ediyor. Taarruz ettikleri bölgede yürüyüşle intikal ederlerken, ilk bölükten sağ kalan birkaç çavuş şeyi fark ediyor. Arazide soğan bitmiş. Bir sürü soğan var, çok alakasız bir yerde. Ya bu nedir falan derken yüzbaşının aklına geliyor. “Ya burası bizim gömdüğümüz yer, arkadaşları gömdüğümüz yer.” Askerlerin ekmek çantalarındaki kuru soğanlar boy vermişler. Soğan tarlası gibi olmuş. Ve emir veriyor. Askerler, o yeşil soğanları biçip ekmeklerine katıp taarruza devam ediyorlar. Bunu çok normal bir detay gibi yazmış. Fakat o dönemin ruhunu, insan psikolojisini ve koşullarını anlamak için çok önemli detaylar bunlar. Bir karakterin ruh halini anlamak için dönemin tarihini ve tarihi detayları bilmek önemli. Karakterleri bir fikirden yaratırız ama eğer dönem karakteri ise onu tarihle etlendiririz. Ayrıca en ilginç ayrıntılar ve de metnin ruhunu teşkil edecek içerikler en kuru ve düz dediğiniz bilgilerden çıkar. Teknik bir askeri raporda bir çarpışmaya dair öyle bir ayrıntı yakalarsınız ki, ondan bir dünya yaratabilirsiniz.

Deli İbram Divanı nasıl oyunlaştırıldı? Oyunu izlediniz mi?
Oyunlaştıran Serhat Köroğlu ile hep iletişim içindeydik. Serhat genç ve yetenekli bir öykücüdür aynı zamanda. Sahneleme aşamasında ise benimle iletişime geçen olmadı. Oyunla bir bağ kuramadım belki de bu nedenle. İzlemedim henüz. Devam ederse yeni sezonda umarım, diyeyim.
Deli İbram Divanı’nın yakın zamanda zeybek bestesi de yapıldı. Metnin müzikle birleşmesi süreci hakkında neler paylaşabilirsiniz?
Yazarken yalnızlığa ihtiyaç duyarız ama aslında kalabalıklaşmak için uğraşırız. Yalnızca okurla olmaz bu; bazen de kültürel anlamda mayalanırsınız. Bu ortaklaşma beni çok mutlu etti. Genç, daha yetenekli, daha cüretli arkadaşların heveskar olmalarını görmek kadar çok az şey güzeldir.
“Baldırı çıplakların, kölelerin” hikâyelerini anlatmak istediğinizi söylüyorsunuz. Sizce böyle bir perspektifi olan toplumcu gerçekçi edebiyat ne durumda Türkiye’de? Neden?
Siyaset de sanat da genç kuşaklarla büyür, ilerler. Ben yeni ve genç bir kuşağın bu işlere heves edeceğini ve giderek daha da güçlü şekilde bu ırmağa katılacaklarını hissediyorum.
Ertuğ Uçar: “İstanbul’un Enerjisi Kaostan Geliyor”