Cihangir’de bir kafe, konuşan bir kedi ve güncellenmiş bir “Issız Adam”… Başak Duru’yla yeni kitabı Kimse Tek Başına Delirmiyor için bir araya geldik.
Ağlak şarkılar, ağdalı sözler, yarım kalan hikâyeler, iç çekilen sofralar, gözyaşları içinde izlediğimiz Türk filmleri… Sosyolojik açıdan baktığımızda ülkemizin kültürel dönüşümünde acının yeri bir başka. Milletçe acıyı çok sevip sahipleniyoruz. Belki de bir yandan gülüyoruz. Yazar Başak Duru’nun geçtiğimiz haftalarda yayınlanan yeni kitabı Kimse Tek Başına Delirmiyor‘un esas oğlanı işte tam da böyle biri. Yaşadığı ilk aşk acısının üzerine çok keskin kararlar almış, öfkeli, kimseleri yanına yaklaştırmıyor. Ama aynı zamanda mizahi bir üslubu var. Cihangir’de kedisiyle yaşıyor, bir gün kedi dile geliyor ve olaylar gelişiyor. Yıllarca PR, yayıncılık ve reklam gibi sektörlerde kalem oynatan, senarist olarak da çalışmalarına devam eden ve “Batu ile Tarçın İstanbul’da” adında da bir çocuk kitabı olan Başak Duru’yla sohbet ettik.
Kimse Tek Başına Delirmiyor, Cihangir’den Kaş’a uzanan bir roman. Bir kere de Ümraniye’den Ardahan’a uzansa diyorum ama şaka bir yana, lokasyonları düşünürken kafanda neler vardı?
Bu kitap fikri çok uzun zaman önce Cihangir’de çok sevdiğim ve neredeyse her gün gittiğim Leyla’da ortaya çıktı. Kitapta tasvir ettiğim kafe ortamı da aslında Leyla’nın atmosferi. Birebir aynı değil, benim kurguladığım versiyonla… Leyla’nın pencere kenarı masalarından birine oturup dışarıyı izlemeye, bir şeyler yazmaya bayılırdım. O dönem sinemada kimi izliyorsak Leyla’da karşılaşmamız olağandı. Güzel ruhuyla güzel insanları bir araya toplayan bir mekân, bir buluşma yeriydi Leyla. Yani aslında kitaptaki lokasyonu benim müdavimi olduğum bir yer olması ve özlem duymam sebebiyle seçtim. Hatta Leyla’nın sahibi Deniz Türkali’ye bir şekilde ulaşıp kitapla birlikte teşekkür etmek de istiyorum. Leyla aklıma her geldiğinde burnumun direği sızlar, kapandığı için çok üzülürüm, bak yine üzüldüm…
Kaş 17 senedir çok severek gittiğim bir yer. Uyuyan Dev’in kasabasının bende yeri çok ayrıdır. İki lokasyon için de söyleyeceğim, yazar onun için özel olan yerleri yazmayı, karakterleriyle oralarda yaşamayı, vakit geçirmeyi seviyor diyebilirim. Henüz Ardahan’a gitmedim ama neden olmasın? Belki bir gün Ardahan’a gidip orada geçen bir hikâyeyle geri dönerim. Uzun zamandır aklımda olan Doğu turu için bu sorunu işaret olarak alıyorum, ayrıca teşekkürler…
Kitabı okurken Sarp çok kötü bir insan çıkacak diye korktum ama sadece bağlanmaktan korkan, kendini dünyaya kapatmış biri çıktı karşıma. Bazı insanlar da biraz acıdan faydalanıyor sanki, sanki o yas sürecini uzattıkça uzatıyor, sen ne diyorsun buna? Çoğumuz farkında olmadan acıdan besleniyor muyuz yoksa?
Hayatımızın belli dönemlerinde acıdan beslendiğimiz daha doğrusu bunu seçtiğimize katılıyorum. Bu da bir keşif değil mi? Her şey çok normal giderken “Dur ya bu böyle olmaz, ben biraz acı çekeyim de başıma neler neler gelsin” demiyoruz belki ama bir şey ya da birini seçiyoruz ve o seçim bizi bu acı çekme sürecine elden ele taşıyor. Yas süreci dediğimiz süreç de kişiden kişiye değişiyor. Hepimizin acıyla baş etme refleksimiz farklı çünkü. 20 küsur yıl önce dahiliye uzmanı -bu konuda teşhis koyması doğru olmayan biri olduğunu belirtmek için uzmanlığını söylüyorum- uykusuzluk sorunumla ilgili şikâyetlerimi dinleyip bana “Sende maskeli depresyon var” demişti. O dönem o kadar ilginç gelmişti ki hemen oturup “Maskeli Depresyon” diye bir öykü yazmıştım. Sonra da bu yakıştırmanın çok havalı olduğunu düşünmüştüm. Yas ya da acı süreci için bir tetikleyici unsur gerekiyor ve bu her zaman psikolojideki üç yas süreci olan boşanma, taşınma ve ölüm olmuyor. Dahiliye doktorunun dediği şey, biraz zorlasam beni bir yas sürecine çekebilirdi. Neyse ki sadece havalı bir kavram olduğunu düşünüp çabuk tüketmeyi seçtim. Ancak yine de beni o dönem yaratıcılık anlamında beslediğini itiraf edeyim.
“YAZMAK İÇİN BİR EŞREF SAATİ VAR, ÖNCE ONU BULMAK GEREK”
Roman yazmaya nasıl karar verdin diye değil de, romanını bitirmeye nasıl karar verdin diye soracağım… Nasıl bir disiplinle yazdın? Hepimiz bir şeylere başlıyoruz da sonrası malum… O dirayeti kendinde nasıl buldun?
Sanırım yazmaya karar verenlerin ya da bu yola girenlerin en büyük derdi bu. Yazma serüveninde iki tür insan var: Biri yazmaya nereden başlayacağını bilmeyenler diğeri de romanını bir türlü bitiremeyenler… En başta söylediğim gibi bu romanın ilk sayfalarını uzun yıllar önce yazıp sonra türlü türlü sebeplerle çekmeceye kaldırmıştım. Tekrar yazmaya karar verdiğimde ise akşamları yani mesai bitimi sonrası sadece iki saat yazıp bir ayda tamamladım. Bir yarışmaya gönderme hedefim vardı. Zaman da kısıtlı olduğu için her gün yazmam gerekti. Hızlı yazmamda karakterle aramdaki bağın sıkı olması, onun hayatını şekillendirirken sıkılmamış olmamın etkisi çok. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra dönüp birkaç kez tekrar elden geçirdim. Senaryoya taşırken elimi güçlendirecek yerler ekledim. Gece çalışmalarımın yerini sabahın karanlık saatlerinde çalışmalar aldı.
Dirayet kısmında şunu söyleyebilirim. Yazmak için herkesin bir eşref saati var, önce onu bulmak gerek. Ben sabahları beş buçuk-altı gibi çok erken bir saatte uyanıp henüz metropol koşturmacası başlamamışken, hatta martılar bile sessiz sakinken yazma konusunda bir rutin tutturdum. Bilgi Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazarlık Teknikleri atölyesinde çok sevdiğim hocam Celil Oker, her gün masa başına oturup bir sayfa yazsanız sene sonunda 365 sayfa kitabınız olur, demişti. Ve çok haklıydı. Şimdi bunun bir adım ötesine bakalım… Her gün yazmasanız dahi masanın başına oturup kağıda ya da ekrana bakarsanız hiçbir şey olmasa bile bir gün mutlaka bir şey olur.
Olumsuz eleştiri almak konusunda neler düşünüyorsun? Biliyorsun ki linç kültürüne bayılırız. Artık mecralar da çok şeffaf…
Linç kültüründen çekiniyorum diyebilirim ve bu çok doğal. Kendim için yazıyorum söylemine inanmıyorum çünkü. Her işte bu böyle. İster sanatçı ister beyaz yakalı olalım yaptığımız iş takdir edilsin isteriz. Olumsuz eleştiri sadece eleştirmek, yani “Dur şunun canını yakayım da keyfi kaçsın” türünde değilse kesinlikle ciddiye alırım. Kitaba vakit ayırıp okumuş insanlarla konuşmak, olumlu ya da olumsuz eleştirileri dinlemek de bir paylaşım. Dediğim gibi can yakmaya programlı olanların niyetleri hepimizin bildiği gibi çok başka oluyor.
Roman Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan kitabındaki bir alıntıyla başlıyor. Senin yazma sürecinde bir kenarda tuttuğun, bazen motive olmak için bazen de Sarp olsa bunları okurdu diye düşündüğün kitapların oldu mu?
Pek tarzı değil gibi görünse de Sarp, Sabahattin Ali’nin tüm hikâyelerini benim gibi çok seviyor. Sarp ile diğer ortak yazarlarımız Alper Canıgüz, Mahir Ünsal Eriş ve Murat Menteş. İkimizin kütüphanesinde de ortak, altını çizdiğimiz satırları bol olan kitaplar bu yazarlara ait.
“KAHRAMANIN YOLCULUĞU DEVAM EDECEK”
Kitaptaki yan karakterler de ilginç. Serra mesela, ben pek sevmedim kendisini, Selim iyi bir insan gibi, Fikret Bey’e çok üzüldüm, Karmen’e “Ah yavrum” dedim, Maya’ya ve Mercan’a bayıldım… Senin favori bir karakterin var mı onların içinde?
Hiçbirini birbirinden ayıramıyorum klişesine girmeden bu soruya Maya derim. Bana en yakın karakter de o çünkü. Yazarken her karaktere kendinden bir şeyler aktarıyorsun ama bu konuda sanırım en çok Maya’yı besledim. Fikret Bey’e ben de çok üzülüyorum, hatta kitabı yazarken en zorlandığım bölümdü… Serra hakkında saatlerce konuşabilirim. Onun o bazen irite edici deliliğinin altında inanılmaz bir savunma mekanizması var. Onu da öyle kabul ediyorum. Bir de adını anmasam olmaz, Selim’i çok seviyorum. Selim’in o kaos içindeki samimiliğine, duygu geçişlerine bayılıyorum.
Kimse Tek Başına Delirmiyor‘u okurken sanki bir yerli dizi izliyormuşum gibi hissettim. Bunu bir senaryo olarak da yazdığını biliyorum, bu kısmını biraz anlatır mısın?
Yıllar önce kitabın ilk sayfalarını yazarken böyle bir hayalim vardı. Daha sonra bir yönetmen arkadaşıma kitabın konusunu anlattığımda bunu kesinlikle senaryolaştırmam gerektiğini söylemişti. Sektörün içinde olan birinden bu yorumu almam da beni etkiledi sanırım. Kitabı bitirdiğimde ise bunun bir dizi değil de film olması gerektiğini hissettim. Sarp’ın hikâyesini sekiz bölümlük bir dizide izlemek kitabın akış dinamiğine, yakalamaya çalıştığım sürükleyiciliğe ters olurdu. Bir de ben hazırladığım diğer projelerde de hep izleyici tarafından bakıp bunu izlemeye ne kadar vakit ayırırım kısmını sorgularım. Bir hikâyenin dizi ya da film olup olmayacağına buradan bakıp proje dosyasını ona göre oluştururum. Kimse Tek Başına Delirmiyor için paralelde hazırladığım senaryo bir film senaryosu. Kitap gibi bir solukta akacak bir senaryo peşindeyim diyelim…
Bir devam projesi de yazdığını söylemiştin, biraz anlatmak ister misin?
Bir dizi projesinde Sarp’ın hikâyesini devam ettirmek istiyorum. Sarp’ın romanın sonunda aldığı kararın ardından hani masalların finalinde derler ya, “Sonsuza kadar mutlu yaşadılar” diye… O sözden sonra Sarp’ın hayatı nereye gitti, gidiyorun peşine düştüm ve Sarp’ı zaten halihazırda proje dosyasını hazırlamaya başladığım bir dizi projesindeki karakterlerin içine aldım. Kahramanın yolculuğu Cihangir’den sonra başka bir yerde, başka hikâyelerin içinde şekillenecek. Bu devamlılık bir yazar olarak benim hayalim ama bir izleyici ya da okur olarak da merakımın bir sonucu aslında. Proje dosyasını tamamladım ve bölüm hikayelerini yavaş yavaş çıkarmaya başladım. Ama önceliğim Kimse Tek Başına Delirmiyor‘u film olarak ekranda izlemek tabii…
Ve gelelim kitabın kapağına. Bu bambaşka bir sanat gerçekten. Kapakta sadece romandaki kedinin kuyruğunu görüyoruz. Tipografi tercih etmenin bir sebebi var mıydı?
Kitabın ismine çok güvendiğim için tipografi olmasını istedim. Yurt dışına gittiğim zamanlarda kitapçıları gezmeyi çok seviyorum. Orada beni çeken kitap kapakları da ağırlıklı tipografik çalışmalardı… Kitaptaki kedi ana karakter olmasa da tetikleyici bir detay. O yüzden bütün bir kedi resmi değil de bir yerinden varlığını gösteren bir imge gibi olmasını hayal ettim. Ve ne şanslıyım ki çok yetenekli bir ekiple bir araya gelme fırsatım oldu. Kitap kapağı tasarımı için bir kez daha Tuaf Project’e teşekkür etmek istiyorum. Onların yaratıcı ve vizyoner bakış açısı sayesinde içime çok sinen bir kapak tasarımı oldu.