İlhamını Douglas Adams’ın hüzünlü ve bir o kadar oyuncaklı dünyasından alan Bahar Kader, resimlerinde kendi sonsuzluğunu arıyor.
Bazen yaşadığımız evrenin büyüsünü anlamak için uzun uzadıya düşünmeye gerek kalmıyor. Bir sahil kenarında otururken tesadüfen gözünüze çarpan balığın zıplayışı, göz kapakları uykuya yenik düşen bir köpeğin masumiyeti ya da ellerinde dondurma külahlarıyla yürüyen yaş almış bir çiftin anlattığı hikayeler birleşiyor ve zihni yoran birçok sorunun üstüne tertemiz, kocaman bir örtü seriyor. Bahar Kader’in resimlerini anlamlandıran da bu küçücük anlar. “Büyük anların zaten bir lafı var” sözü, üzerine düşündükçe daha da anlamlı hale geliyor.
Uzun yıllar spor kanallarından moda dergilerine yayın dünyasındaki birçok başarılı işin, göz kamaştıran moda çekimlerinin arkasında o vardı. Adını sektörde bilmeyen az; iş disiplini kadar duyarlı kişiliği, bitmeyen öğrenme tutkusu ve sınır tanımayan yaratıcılığıyla da biliniyor. Haliyle birçok insan uzun zamandır onun kitabını beklerken o karşımıza yeni sergisiyle çıktı. Hikaye anlatıcılığını bu kez kağıtlar üzerine yansıtan Bahar Kader’in çalışmalarını izlerken bakmakla görmek arasında fark daha da belirgin hale geliyor. Bakmak şahitliği, görmek derinliği temsil ediyorsa şu çok net ki; onun binlerce anı bir araya getirip katman katman işlediği resimlerini anlamak için bakmak yeterli değil.
Eğer kendisiyle henüz tanışmadıysanız, onun zamanla derinleşen, renklenen paralel evrenini keşfetmek için bu röportaj size küçük bir tüyo verebilir. Resimlerini ise 31 Ağustos tarihine kadar 39 Kalamış Marina Hotel bünyesindeki 39 Galeri’deki “Rastlantı: Bir Başlangıç” adlı karma sergide görebilirsiniz.
Yeni serginle başlamak istiyorum hemen. Bu bir rastlantı mıydı gerçekten, yoksa uzun süren bir yolculuğun nihayetinde gelen yeni bir başlangıç mı?
Aslında Güzel Sanatlar’da okumak istiyordum, hayalim buydu. Ama hayatın sizin plandığınız gibi akmadığını ve olmanız gereken insan için farklı yollar açtığını yaşam deneyiminiz ilerleyince anlıyorsunuz. Dolayısıyla ben Güzel Sanatlar’da okumadım ama hep resim yapan biri oldum. Fakat profesyonel hayatla beraber ikinci planda kaldı. Altı yıl önce Mimar Sinan çıkışlı iki hocamın atölyesine devam ettim. Kendi dilimi ve neyin peşinde olduğumu aradım. Onu ararken de bir sürü şey denedim. En sonunda bu sergideki eserlerin de olduğu bir dil ortaya çıktı.
Bu arama sürecinde neler denedin?
Bir sürü malzeme denedim ve hepsinin dünyası bambaşka. Malzeme olarak bu dönem özel üretim kağıtlar kullanıyorum. Kalın, biraz tırtıklı, pütürlü kağıtlar, hayat gibi bir dokusu var. Bu sayede her attığım katmanda başka bir doku oluşuyor. Dolayısıyla resimler gerçekliğini robotik figürlerden alıyor ama duygu olarak başka bir yere refere ediyor.
GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA HAYAL KURMAYA ALAN YOK
Çok belirgin bir stilin var ama benim gibi bir amatör bunu adlandıramaz. Bu stilin, dilin bir adı var mı?
Benim dilimde sonsuz detaylar, sürekli tekrarlayan katmanlar var. Figürlerimin çoğu robota ya da bir çocuğun oyuncaklarına benziyor. Tahta atlara, ahşap oyuncaklara. Günümüz dünyası hayal kurmaya alan bırakmıyor. Bu meta dünya ile beraber farkında olmadan robotlara dönüştük. Dolayısıyla klasik resimdeki geleneksel figür tavrı bana pek de gerçekçi gelmiyor artık. Gerçekçi gelmediği için de sürekli olarak kendimizi idealize ediyoruz ve kendimize hep dışarıdan baktığımız bir yerde, bir fotoğraf dünyasının içinde yaşıyoruz. Bu selfie haliyle kendi kendimizin robot replikası haline dönüştük. Üstelik bunu gönüllü bir şekilde yaptık. Ama içsel dünyamıza döndüğümüzde ya da meditasyona oturma halinde çocukluğumuzla başa çıkmaya çalışıyoruz. Karşımıza hep çocukluktaki figürler çıkıyor.
“Büyük anların bir lafı var zaten, insanın küçücük anları beni daha çok ilgilendiriyor.”
Nelerden ilham alırsın?
Anlardan ilham alıyorum. Temelde hayatın içinde gezgin olmayı sevdiğim ve hep hayatın içinde olduğum için anları çok seviyorum. Uçan bir kuş, birinin kayıp düşmesi, bir gülümseme… Büyük anların bir lafı var zaten, insanın küçücük anları beni daha çok ilgilendiriyor.
Sergideki beş eserden üçünün başlığı “Ruhun Uzun Karanlık Çay Saati”. Bu bir Douglas Adams kitabı değil mi?
Evet, bu kitap benim için önemli. Çok enteresan bir insan Adams. Bilirsin, Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni bir radyo tiyatrosu olarak yazıyor aslında. O dönem için bence delice bir şey. Bambaşka bir evren vadediyor okura, bütün karakterleri çok eğlenceli. Star Wars evreninden ya da diğer bütün paralel evrenlerden bağımsız olarak komik bir evren onun yarattığı. Ama bir yandan da çok hüzünlü. Ben de hüzne çok yakın biriyim ama dram sevmiyorum. Bu benim de beslendiğim bir nokta. Bunun yanında bir yere ait olmakla ilgili de hep sorunum oldu. Ama bunu sırtımda bir kambur gibi taşımıyorum. Aksine gezerken eğlendiğim bir evrene çekmeye çalışıyorum kendimi. Bunun yazınsal karşılığı da Douglas Adams kitapları. Hüznüne rağmen kendi eğlencesini yaratmış biri.
Tam da onun hikayelerine benzer şekilde resimlerinde de hikayenin bir sonraki adımını şekillendirecek şifreler arıyor insan.
Detay delisiyim. Minyatür gibi incelikle yapılan her şey beni büyülüyor. Bunun yüksek sanat olmasına da gerek yok. Domatesin zamanla aldığı formdaki incelik, kuşun kanadındaki renklerin, dokuların zenginliği büyülüyor.
Bu kadar ince detaylar üzerinde çalışmak zor değil mi?
Bu da kendimi tedavi yolum, diyebilirim. Çünkü uzun süre kendini arayan her insanda olduğu gibi kendi meselmi bir şeyi anlatmayı seçerek buldum.
“Hüzne çok yakın biriyim ama dram sevmiyorum.”
Bu kadar detay zengini işlerde noktayı ne zaman koyacağını nereden biliyorsun? İçgüdüsel bir an mı?
Sergide yer alan büyük eserden örnek vereyim. Sergiden bir gün önce bitirdim onu mesela. Sabah sekizdi. Evde çerçeveli olarak bir gün bile durmadı. Durmaksızın çizmek çıldırtıcı bir şey. Ama en son sabah “Artık tamam” dedim. Uzak bir yere koydum, karşısına oturdum ve bir oh çektim. Aslında resmimi çok da anlatmak istemiyorum. Çünkü herkes ne görüyorsa o aslında. Yapan kişinin, resmi uzun uzun anlatması bana ayıp geliyor. Gören ne görüyorsa odur diye düşünüyorum.
Anda kalmak becerisinin antrenman gerektirdiğini düşünüyorum. Sen bunu nasıl yapıyorsun?
Kendi deneyimlediğim yerden, her insanın sonsuzlukla ödüllendirilerek geldiğini düşünüyorum. O sonsuzun içinde kim olduğun, kim olmayı seçtiğin ile ilgiliyim. Kendi sonsuzluğuma, o sonsuzluğun içindeki deneyime talibim. Benim için o sonsuzlukla ödüllendirilmiş olmana rağmen robot gibi davrandığında arayış başlıyor. Aklımda dönen soru şu oluyor; “Böyle zenginlikle ödüllendirilmiş bir yaşam formunda sen bu kadarcık mı olmayı seçiyorsun?”
Uzun yıllar yayın dünyasındaki işlerinle izledik seni. Göz kamaştıran moda çekimleri, adrenalini bol spor dünyasından sonra resim nasıl geldi?
Evet, en son InStyle dergisi yayın yönetmeniydim. Ondan önce birçok televizyon ve dergide çalıştım. Hem haber, hem moda, hem spor basınında. Radikal’de yazdım. Açık Radyo’da programlar yaptım. Eurosport Türkiye’nin beş yıl hem ofis koordinatörlüğünü yaptım, hem de olimpiyatlar dahil 40 ayrı dalda müsabaka anlattım. Şu anda markalara kreatif danışmanlık yapıyorum ve bağımsız bir medya platformu olan Fayn Studio için yazılar yazıyourm. Mutlaka başkalarının da deneyimlediği gibi içimdeki tutkuya alan açmak istediğim bir yaşam döngüsüne geldiğimde profesyonel kariyerimin dışında beni mutlu edeni görünür kılmaya karar verdim.
Bu bir kırılma anı mı?
Evet, tabi. Birçok kayıp ve sonrasında pandemi bu süreci getirdi. Bizler çok kırılgan ve uçucu canlılarız ama bir yandan da sürekli güçlü durmaya çabalıyoruz. Neden bu sisteme çalıştığımı düşündüm ve mutlu olduğum üretimimin hakkını teslim etmek istedim. Sisteme gene çalışabilirim ama ben istediğim için. Artık hayatta kalmaya çalışan biri değil, yaşayan biri olmak istedim.
BU ÜLKE BANA KAPSAYICI OLMAYI ÖĞRETTİ
Yaşadığımız ülkenin de bazı zorlukları olduğunu düşünüyorum. Başka bir ülkede yaşıyor olsaydın varoluşsal kaygıların daha az olur muydu?
Ben Köln doğumluyum aslında. 13 yaşında geldim Türkiye’ye ve bu soruyu çok uzun zaman düşündüm. Türkiye’ye dönüş yaptığımızda çok zorlandım ve alışmam uuzn zaman aldı. Ama sonra yaş aldıkça, hayat deneyimlerim derinleştikçe farkettim ki İstanbul’daki ters ışık hiçbir yerde yok, uzun rakı masaları, o duygusal dalgalanmalar hiçbir yerde yok. Almanya’da kalsaydım muhtemelen esnek biri olmayacaktım diye düşünüyorum. Bu ülke bana kapsayıcı olmayı öğretti. Bir de bardağın yarısı boş mu boş ama müthiş bir zenginlik de var burada.
“Yeni bir şeyle tanışmadığım günler benim için kabus”
Son olarak sormak istiyorum. Olağanüstü bir enerjin var. Motivasyonun ne?
Hayatın kendisi. Ben yaşamayı seviyorum. Öğrenmeyi de. Yeni bir şeyle tanışmadığım günler eksik yaşamışım gibi hissediyorum. Yaş aldıkça buna daha çok özen gösteriyorum. Yeni şeyler görmeyi, okumayı, yazmayı, çizmeyi seviyorum. Ya da en basiti; bir akşamüstü kendine bir kek yapmışsındır mesela. O an hiçbir şey olmak zorunda değilsindir. Sadece çay içen ve kek yiyen insansındır. O kadar. Sırf o an için de yaşayabilirim. Resimde de yazarken de o anın, olma halinin adını koymadığında hayatın çok daha iyi aktığını farkedersin. Ben işte o anları seviyorum.