Vanessa Medini Arslan‘ın hatırladığı ilk anısı, henüz sekiz yaşındayken Louvre Müzesi’nde bir eserin önünde büyülendiği an. Gördüğü tablodan öyle etkilenmiş ki, müzenin mağazasından eserin tasvir edildiği kartpostalı satın almış hemen. Sanatla ilişkisi işte böyle, henüz çocukluk yıllarında başlayan Arslan ile bu yolculuktan doğan kitabı Sanatçı Atölyelerinde’yi ve sanat tutkusunu konuştuk.
Sizi sanatçı atölyelerine götüren yolculuk nasıl başladı?
1988’de İzmir’de doğdum. Üniversite için 2005’te New York’a gittim, bir sanat okulu olan Parsons School of Design’da Tasarım ve İşletme bölümünü bitirdim. Kendimi bildim bileli tarihe ve sanata meraklı bir çocuktum. Hatırlayabildiğim ilk anım, sekiz yaşında, Louvre Müzesi’nde göz göze geldiğim ve beni adeta büyüleyen Jacques-Louis David’in Napolyon’un taç töreninin tablonun önünde dakikalarca kalmamdır. Ailece yaptığımız her seyahatte önce beni müze ve galerilere götürürlerdi. Ailemin desteğiyle iyi bir baz oluştuğunu düşünüyorum. Üniversitede sanat okuyunca da iyice pekişmiş oldu. Eğitim için gittiğim New York da beni bu alanda çok zenginleştirdi. Ödevlerimizin çoğu için MoMa ve Metropolitan Müzesi gibi müzelere ve galerilere gitmemiz gerekirdi ama bu ödevleri yapmak bana ödev gibi gelmezdi, çok keyif alırdım.
Mezun olduktan sonra bir sene de Milano’da yaşadım, ayrıca oranın sanat atmosferinden de beslendim. İtalya sonuçta, yer gök sanat! O kadar bilgiyi filtrelemek, anlamlandırmak ve kategorilendirmek zaman alıyor. Sonrasında İstanbul’a döndüm. Ülkeye dönmemle modern ve çağdaş Türk sanatına biraz uzak kaldığımı fark ettim. Bu yüzden, buradaki ilk yıllarımda işimin dışındaki tüm vaktimi galeri ve sergileri gezmeye ayırdım. Çok değerli bir sanat danışmanı arkadaşım Karoly Aliotti’den dersler aldım. Bir süre sonra ise o dönem severek takip ettiğim Istanbul Art News ile o süreçte genel yayın yönetmenliğini yapan sevgili Yasemin Bay vasıtasıyla yolum kesişti ve sanatçı atölyeleri hakkında yazmaya başladım.
Neden sanatçı atölyelerini seçtiniz yazmak için?
İşin mutfağı atölyeler çünkü. Müze, galeri ya da sergileri gezmeye, sanat eserlerinin son haline tanık olmaya alışık olsak da bu işin bir mutfak kısmı var. Sanatçıların atölyelerindeki kişisel hayatları çocukluğumdan bu yana hep ilgimi çekmiştir. Eserin hangi hislerle ortaya çıktığı, sanatçının günlük rutininin nasıl olduğu ve sanatçı kimlikleriyle tanıdığımız bu isimlerin atölyelerindeki hali nasıldır diye merak etmişimdir hep. Bu yüzden Istanbul Art News’de sanatçı atölyelerini yazmak için atölyeleri gezmeye başladım. Neredeyse bir buçuk sene boyunca her ay bir yazım yayımlandı, bu sürede de yaklaşık 15 sanatçı atölyesi gezdim. Maalesef sonrasında gazete basılmayı bıraktı, ben de kendim yazmaya devam ettim.
Yazılarım sanatla ilgili kesimlerden beğeni gördü. Ben de çocukluğumdan beri devam eden sanat tutkumu, sanatçı atölyelerinden edindiğim izlenimlerle harmanlayarak kitaplaştırmaya karar verdim. Bu süreçte atölyeleri yeniden ziyaret ettim ve sanatçılarla sohbet ederek yazılarımı derinleştirdim. Serkan Eldeleklioğlu da hem sanatçıları hem de atölyeleri fotoğrafladı. Ruhani bir yolculuktu benim için, kendimi de yeniden keşfettim. Bana inanılmaz bir perspektif ve olgunluk kattı. Bu yolculuğa çok şey borçluyum.
Kitapta yer alacak isimlere nasıl karar verdiniz?
Ben profesyonel bir yazar değilim, her konu hakkında yazamam, ancak sevdiğim şeyler hakkında yazabilirim. Yaptığım işin hakkını verebilmek için kendime yakın hissettiğim sanatçıların atölyesine konuk olmak istedim. Kendime yakın hissettiğim, eserleri bana konuşan ve bende hisler oluşturan sanatçıları seçtim.
Atölyesini ziyaret ettiğiniz isimlerden biri de geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Selma Gürbüz. Nasıl anlatırsınız Gürbüz’ün atölyesinde geçen zamanları?
Rahmetli Selma Hanım’la çok severdik birbirimizi. Hiç unutmam, Istanbul Art News’de onunla ilgili yazdığım yazı çıktığında beni aradı ve telefonu açar açmaz “Bu nasıl bir yazı!” diyerek çok kıymetli yorumlarda bulundu. Vefat etmeden önce yeni atölyesine gitmiştim, onu son görüşüm olduğunu bilmiyordum… O sıralarda İstanbul Modern’deki retrospektifi üzerine çalışıyordu, Afrika seyahatinden ilhamla ürettiği eserler üzerindeydi. Hem duvarda hem de masasının üzerinde birkaç eser olduğunu hatırlıyorum. Selma Hanım, büyük ebatlı ve çok detaylı eserler üretirdi bilirsiniz. Aynı anda birden fazla eser üzerinde çalışması beni çok etkilemişti. Çok disiplinli olduğu belliydi.
Selma Hanım özgür ruhlu, kendine güvenen, ne istediğini bilen, bu doğrultuda eserler üreten ve aynı zamanda da bir o kadar ince düşünceli ve ince ruhlu bir kadındı. Selma Hanım’ı anlattığım kısımda kimi zaman çok sevdiğim Kurtlarla Koşan Kadınlar’dan alıntılar yapmıştım onun için. Kendisinin de çok hoşuna gitmişti. Resmettiği kadınlar gibi çok amazon ruhlu bir kadındı.
Şimdi dönüp baktığınızda ne düşünüyorsunuz ziyaret ettiğiniz bu atölyeler için?
Kendimi Alice Harikalar Diyarı’nda gibi hissediyorum atölyelerdeyken. Her birinde büyülendim, her birinden başka şeyler öğrendim. Ve gördüm ki, atölyeler sanatçıların mabedi. Kutsal bir mekân gibi. İç dünyalarının birer yansıması. Bu mekânlardaki ipuçlarını takip ederek onları keşfetmeye çalışmak da benim için eşi benzeri olmayan bir deneyim.
Neredeyse kitapla eş zamanlı olarak çağdaş sanat belgeseli “Crossroads”u seyirciyle buluşturdunuz. Nasıl çıktı ortaya?
Kitap ve belgesel paralel projeler aslında. Sanatçı Atölyelerinde basılı bir kaynak, fakat dijital bir kaynak da olsun istedim. Güzel bir tesadüf ki, tam o zamanlarda bir arkadaşımın vesilesiyle “Crossroads”un ortak yapımcısı Bulut Reyhanoğlu ile tanıştık. Neler yapmak istediğimden bahsettiğimde Bulut Bey hemen anladı beni. Çok iyi bir ekip olduk. “Crossroads”, sanatçıları doğup büyüdükleri mahallelerde, İstanbul’un ilham aldıkları sokaklarında gösteriyor. Belgeseli 2022’de seyirciyle buluşturduk ve o sene Ankara Film Festivali’nde ve Boğaziçi Film Festivali’nde belgesel kategorisinde birinci oldu.
“Crossroads”, Türkiye’nin ilk çağdaş sanat belgeseli aynı zamanda…
Evet, bu formatta ve kurguda böyle bir çalışma daha önce yapılmamış bildiğimiz kadarıyla. Sanat tarihimizden geriye çoklukla gazete kupürleri, sergi davetiyeleri, ufak tefek söyleşilere ait yazıları ve bazı kitaplar kalmış. O dönemin teknolojisiyle de alakalı bir durum tabii ama görsel arşiv daha da sınırlı.
Yola çıkarken niyetim, bu jenerasyonun sanatsever bir insanı olarak, günümüz sanatçıları için ileride arşiv niteliği taşıyabilecek yazılı ve görsel kaynaklar oluşturmak, onların sadece eserleriyle değil, karakterleri ve insanlıklarıyla da tanınmaları ve hatırlanmaları için kendi imkanlarım dahilinde bir şeyler yapabilmekti. Hem kitap hem de belgesel, sanatçılar ve sanat severler arasında bir köprü görevi görüyor diyebiliriz. Her sanat severin sanatçılarla tanışmaya imkânı olmuyor çünkü. Ben bu konuda şanslıydım ve bu şansımı sadece kendime saklamak istemedim, herkesle paylaşmayı ve herkesin faydalanmasını istedim.
Bugün Türkiye’deki sanat dünyası hakkındaki düşünceleriniz neler?
Kaynak ve sanat tarihi bazında eksik kaldığımızı düşünüyorum. Çok büyük ustalarla ilgili kaynaklarımız bile sınırlı halde. Ve bir de gerçek sanat meraklısının çok az olduğu fikrindeyim; kendini koleksiyoner veya sanatsever olarak adlandıran çoğu kimse veya kurum bunu sadece statü ve gösteriş için yapıyor maalesef. Gerçekten sanata gönül vermiş, araştıran, okuyan, maalesef görünenden çok daha az. Sanata ve sanatçıya destek olmak sadece eser satın almakla sınırlı olmamalı bence. Ya da sanat fuarlarına gidip eserlerle ya da sanatçılarla fotoğraf çekmekle.
Tabii ki alım, sanatçının üretmeye devam edebilmesi, galerisinin de onu destekleyebilmesi için çok önemli, sosyal medya kullanımı da öyle. Ancak şov içermeyen daha sessiz ama etkili destek şekilleri mevcut. Bir arkadaşınızı elinden tutup sevdiğiniz bir sanatçının sergisine götürmek ve hiç bilmediği bir sanatçıyla ve eserleriyle onu tanıştırmak da bir çeşit destek.
Sanatla ilgilenenler, kendi koleksiyonunu oluşturmak isteyenler için bir tavsiyeniz var mıdır?
Eğer benim gibi sanata duygusal bir bakış açısıyla yaklaşıyorlarsa hislerine göre eser almalarını tavsiye edebilirim. Başkalarının ne dediğine değil, eserin kendilerini nasıl hissettirdiğine ve ne düşündürdüğüne odaklansınlar. Evimdeki her eser bana farklı bir şey anlatır mesela. O eserlerle yasamak, onları her gün görmek bana mutluluk verir. Tabii bu arada sanat bilgisini geliştirmek de çok önemli. Okumak, araştırmak. Sanatı hep ruha yapılan bir yatırım olarak düşünürüm. Bir hayatımız, bir ruhumuz var. Ne kadar dolu dolu ve anlamlı yaşayabilirsek o kadar iyi.
Koleksiyonculukla aranız nasıl?
Hiçbir zaman büyük bir koleksiyon yapmak hissiyatıyla yola çıkmadım. Evimde sanat eserleriyle yaşamak isteği motive etti beni. Kendimi koleksiyoner değil, sanatsever olarak tanımlamaktan mutlu olurum. Küçük ama geliştirmek istediğim bir koleksiyonum var. Kitap ve belgeselden dolayı koleksiyonuma çok vakit ayıramadım birkaç senedir ama koleksiyonumla ilgili hoşuma giden bir şey var: Topladığım eserlerle birlikte büyüdüğümü görüyorum. Koleksiyon, benim için sanat eserleriyle tutulan günlük gibi bir nevi. Evimdeki her eserle ayrı bir duygusal bağım var.
Koleksiyonunuzda olmasını istediğiniz bir rüya eser var mıdır?
Olmaz mı, hem de çok var. Ama çoğu müzelik ve dediğiniz gibi rüya! Rüyalar gerçek olsa Fahrelnissa Zeid, Mark Rothko, Gerhard Richter, Lucio Fontana, Heinz Mack, Tamara de Lempicka, Gustav Klimt, Henri de Toulouse-Lautrec’in eserlerinden birer tane olsun isterdim. Bir de Botticelli olsa fena olmazdı.