İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi (İMOGA)’ndeyiz. Çok değerli hocam Profesör Süleyman Saim Tekcan ile bu sefer bir röportaj için buluştuk.
Seneler önce ben henüz bir sanat öğrencisi bile değilken yollarımız kesişmişti kendisiyle. Daha doğrusu sevgili hocam Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı iken hemen yan binasında bulunan Ayazağa Işık Lisesi’nde gerçekleştirdiğim ilk solo sergimi gezmiş ve tanışmak üzere beni kürsüsüne davet etmişti. Daha o günden sanata ve sanatçıya verdiği değeri anlamış, çok gururlanmıştım.
Londra’daki sanat eğitimim boyunca İstanbul’a geldiğimde vazgeçilmez duraklarımdan biri olan İMOGA Müzesi’nde gerçekleştirdiğimiz onlarca sohbetten, birlikte aynı atölye ortamında çalışma şansını yakalamış biri olarak kendisini bu denli yakın tanımaktan dolayı çok mutlu olduğumu bir kez daha dile getirmek isterim. Süleyman Saim Tekcan kendini hem sanatına hem de sanat eğitimine adamış, resim, heykel, baskı sanatları, sinema gibi sanatın her dalında başarılı, çok yönlü bir sanatçı, bir mentor. Yine tüm samimiyeti ile eserlerinin çevrelediği müzedeki atölyesinde beni karşılıyor ve röportaja başlıyoruz…
1940 yılında Trabzon’da doğdunuz, 1958-1961 yılları arasında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nde Refik Epikman, Veysel Erüstün, Şinasi Barutçu gibi hocalardan eğitim aldınız. Peki sizin için önemli bir yeri olan baskı sanatı ile nasıl tanıştınız?
Trabzon’da daha küçük yaşlarda bir matbaada çalıştım. Bu matbaa Trabzon’un Sesi gazetesini çıkartıyordu. Mürettiplik yaptım. Mürettip, harfleri kelimeler olarak dizip kumpasa yerleştirir. Bunlar bir sayfa şekline getirilir ve sayfalar da gazete olarak basılır. Bütün bu işleri ben çocukluğumda yaptım. Sonra da tabii ki gazeteyi koltuğumun altına alıp Trabzon’daki abonelere dağıtıyordum. Baskıyla buluşmam böyle oldu.
Tabii gelecekte bir baskı sanatçısı olacağım düşündüğüm bir şey değildi. Gazi Terbiye çok önemli bir okuldu. Atatürk’ün kurduğu, Mimar Kemaleddin’in yaptığı çok önemli, özel bir binada başlayan bir eğitimdir orası. Birçok bölüm vardı; edebiyat, fen, pedagoji, Almanca, İngilizce, Fransızca, resim, müzik gibi bölümlerin olduğu, Türkiye’yi eğitim bakımından ayağa kaldıracak bir kurumdu Gazi Terbiye. O zamanki adıyla Gazi Terbiye, sonra Gazi Eğitim, şimdi ise Gazi Üniversitesi oldu. Çok yakın bir tarihte ben Ankara’da Millet Kütüphanesi’ndeki büyük sergiyi açmaya gittiğimde beni davet ettiler ve bana Gazi Terbiye’nin en büyük ödülünü verdiler. Oranın mezunları arasında çok önemli bir yerde durduğumu hissettim. Şinasi Barutçu bizim Grafik hocamızdı. Orada gravür, litografi yapmayı öğrendik ve diğer baskı teknikleri örneklerini yaptık. Yani sanatsal baskı dediğimiz baskı sanatları ile buluşmam Gazi Terbiye’de başladı.
İMOGA bir müze olmanın yanı sıra hem kariyerinde olgunlaşmış sanatçılara hem de genç sanatçılara destek veren, atölye imkânı sağlayan yada baskı öğrenme imkânı sağlayan bir yer. Ben de birçok kez burada gravür baskı yapma imkânı buldum… Peki sunduğunuz bu imkânlar sizinle ve müzeyle nasıl bir etkileşim içinde? Müze serüveniniz nasıl başladı?
Aslında Gazi’den mezun olan kişiler öğretmen oluyorlar. Ben Artvin’de, Erzurum’da ve Trabzon gibi yerlerdeki öğretmen okullarında hocalık yaptım. Buralarda da baskı atölyeleri kurdum. İstanbul’a gelip müzeyi (IMOGA’yı) kurmadan önce çok boyutlu baskıcı olmamı sağlayan atmosfer, bakanlığın o zamanki ismi İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’ne beni kurucu hoca olarak tayin etmesi ile başladı. Orada devlet matbaasında kullanılmayan litografi presini ve litografi taşlarını taşıyarak bir atölye kurdum. Sonra gravür ve serigrafi atölyeleri açtım. Böylelikle Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde profesyonel çizgide atölyeler kurulmuş oldu.
O sıralarda kendi atölyemi kurmak için önemli bir otelin yaptığı bir gravür yarışmasına katıldım. Neticede gravürüm kabul edildi ve çok ciddi bir para geçti elime. O zaman kendi atölyem için gravür preslerini, kurutma raflarını ve diğer tüm teferruatlı üretimini yaptırdım ve atölyemi kurdum. Önce Artess oldu, sonra Çamlıca Sanat Evi oldu, sonra da müze oldu. Bu serüven birkaç yıl sürdü. Bu arada Almanya’da da baskı sanatları üzerine araştırmalar yapmış oldum. Birçok kurumda baskı sanatının inceliklerini araştırdım. Türkiye’de baskı presi almak çok zordu. Ben de baskı presini kendim yaptım. Bu güzel serüven, tüm bu zorluklara rağmen baskı konusunda Türkiye’de kaliteli ve en üst düzeyde baskı elde edebilmenin sebebi oldu. Hatta bazı baskılar uluslararası platformda ödüller kazandılar. Baskı kalitesinin yüksekliği neticesinde Akademi’den birçok hoca ve dışarıdan sanatçı atölyemde baskı yapmak istediler. Son yüzyılın dünyasında baskı sanatı çok önemli bir yer aldı. Orijinal yağlıboya almanın imkânsız olduğu bir dönemde orta sınıfın alabileceği baskı sanatları gündeme geldi. Bizim atölyemiz Türk sanatının en büyük isimlerine bu baskı atölyesinde çalışma imkânı verdi ama hiçbir zaman para karşılığı olmadı bu. Çalışanlar genelde işlerini bırakarak borçlarını ödediler hem de böylece bir koleksiyon oluştu.
Bu müzenin en önemli şeylerinden biri olarak da bir ölümsüzler köşesi yaptık. Buranın en önemli yeri orasıdır. Burada eser üretmiş, artık hayatta olmayan ama İmoga’ya iz bırakmış sanatçıların portlerinden oluşan bir duvarımız var. Bana göre ölümsüz olan kişiler…
Burası (İMOGA) oldukça büyük bir bina. Bildiğim kadarıyla Türkiye’nin ilk çağdaş müze binası olarak inşa edilmiş ve Türkiye’nin ilk ve tek baskı resim müzesi. Aynı zamanda Avrupa’nın en büyük baskı-resim müzelerinden. Bunu hedeflemiş miydiniz?
Biz bir uluslararası baskı bienali diye başladık ama ikincisini maalesef yapamadık. O bienale dünyanın birçok ülkesinden katılan sanatçılar oldu ve ödül alan, sergilemeye seçilen bazı eserler bizde kaldı. Bugün müzemizde bazıları sergileniyor. Böylece hem dünyadan hem Türkiye’den birçok eser müzemizde bulunuyor. O sıralarda gelen yabancı müze yöneticileri de bienal sırasında müzemizi gezdiler, sergilerimize katıldılar ve dünyada 10’a yakın grafik sanatlar müzelerinin içerisinde zirvede olan bir müzesiniz dediler. 25.000 eseri olan, dünyanın belki de en zengin koleksiyonuna sahip bir baskı resim müzesiyiz.
Bu müzede ayrıca Albert Dürer, Rembrandt, Goya gibi çok önemli Rönesans sanatçılarının eserleri de yer alıyor. Tüm bu olanaklardan özellikle öğrencilerin faydalanabilmesi için müzemiz ücretsiz gezilebiliyor. Böylece sanat eğitimi yapan kurumlar kesintisiz geliyorlar. Resim ve Grafik bölümü öğrencileri dahil birçok eğitim-öğretim kurumu ziyaret ediyor. Senede 100.000’e yakın sayıda insan geziyor. Bu Türkiye için çok büyük bir rakam ama bu müze Avrupa’da olsa bir milyon gibi bir rakam olurdu.
Bu imkânı sunmanız çok kıymetli bir şey. Sadece okuldaki eğitim değil öğrencilerin gelip bu eserleri görmesi, belki eskiz yapması çok önemli.
S.S.T. Tabi 40-50 yıllık bir birikimin sonucunda, farklı tekniklerle çoğaltılmış bu kadar eserimiz var. Duvarlarımızda zaman zaman değiştirsek de sergileyebildiğimiz eserler koleksiyonumuzun çok az bir bölümünü oluşturuyor… Mesela master ve doktora öğrencilerinin çokça geldiği bir kütüphane bölümümüz var. Öğrenciler geliyorlar, burada görüşüyoruz ve bir nevi sanat eğitimini burada devam ettiriyoruz. Ben zaten sanat eğitimcisiyim diyorum kendim için, 60 yıl gibi bir süredir sanat eğitimcisiyim.
Türk ressamlar arasında at simgesi ile özdeşleşmiş ve bu görseli kullanan ender sanatçılardansınız. Sanatçı kimliğinizi oluşturmuş, imzanız haline gelmiş atlar, sizin için ne ifade ediyor? Erken dönem eserlerinizde “horon” veya folklor temalı çalışmalarınız at temasına evriliyor, bu süreç nasıl ilerledi?
At benim ailemin bir parçası. Benim 7 tane önemli dönemim var aslında. Kitaplarımda bu belirtiliyor ama babaannemin at binen bir Çerkes kadını olması belki ailemin içinde atla bütünleşme buradan başlıyor. Sonra Nâzım Hikmet’in meşhur şiiri var: “Dört nala gelip Uzak Asya’dan bir kısrak başı gibi, Akdeniz’e uzanan bu memleket bizim” diyor. Biz at sırtında gelmişiz, bütün imparatorluklar at ile kuruluyor. At olmasaydı dünyada hiçbir imparatorluk kurulamayacaktı. Şimdi ise araba kullanıyoruz ama “araba kaç beygir” diye soruyoruz yani hala güç kaynağı olarak görüyoruz. Sadece bu değil, altın ölçüler dediğimiz ölçüler içerisindeki en önemli yaratık at ve insan. Onun için bütün çağlarda, yani Orta Çağ’dan Rönesansa ve günümüze kadar resimleri yapılan bir yaratık.
Her serginizde hem resim hem baskı hem de heykel eserler sergiliyorsunuz. Özellikle Tophane-i Amire’de gerçekleşen “Döngüsel Seyir” adlı serginiz de hepsinin bir arada olduğu muhteşem bir sergiydi. Sizce bir sanatçının başarısında farklı medyumları bir arada kullanması önemli midir?
Şimdi bunun tabii bir nedeni var. En önemlisi benim Gazi Terbiye’de okumuş olmam. Ben orada okuduğum zaman sadece desen ve resim eğitimi almadım. Grafik eğitimi aldım, heykel, seramik eğitimi aldım, ağaç oymayı öğrendim, metali tanıdım… Çok enteresan bir okuldu orası. Belki de bugün sanatçı kimliğimi oluşturan kurum orasıdır diyebilirim. Daha sonra Akademi’de hocalık yaptım fakat Akademi’de hepsi (tüm dallar) tek-tektir ve birini seçmeniz gerekir ya sadece resim ya da sadece heykel öğrenirsiniz. Sınırları bellidir ve arada duvarları vardır. Halbuki Rönesans sanatçılarının hepsi duvarları olmayan bir sanat atmosferi içerisinde yaşayan insanlar. Bunun için çok şanslı görüyorum kendimi.
Gazi Terbiye gibi bir okulda, bütün sanat dallarını içeren bir eğitim görmüş olmak benim şansım. Bunun için ben heykel yapıyorum, resim yapıyorum, baskı sanatlarıyla ilgili her tekniği yapıyorum. Farklı tekniklerle çalışabilmek benim yaratıcılığıma çok değerler katıyor. Bu konuda şanslı olduğumu düşünüyorum.
Peki en çok hangisinden keyif alıyorsunuz? Baskı mı, resim mi, heykel mi diye sorsam? Hangisine daha yakın hissediyorsunuz?
Baskı sanatlarında uluslararası platformda bir sanatçıyım ben, uluslararası ödüllerim var. Benim adımla anılan teknikler, geliştirdiğim bazı teknikler var. Onun için öncelikle baskıcı olduğumu düşünüyorum. Mesela Mecidiyeköy’e bir heykelim konulduğu zaman “Baskı sanatçısı ama heykel de yapıyor” diyorlar. Böyle değişik şeyler de yaşıyorum. Leonardo da öyleydi. Sistine Chapel’i yapıyor, ondan sonra David heykelini yapıyor. Faaliyet değiştirmek dinlenmenin tarifidir diyorum ben. Yağlıboya yaparken yorulunca oturuyorum, desen çiziyorum. Sonra bir çinko alıyorum, bir gravür hazırlıyorum, çamurla oynuyorum, heykel yapıyorum veya lületaşı yontuyorum. Bunlar benim olmazsa olmazlarım.
Yani biri birini tetikliyor diyebilir miyiz?
Düşünce durmuyor. Mesela desen çizerken “Bu desenin heykeli nasıl olur?” diye ya da “Yağlıboya nasıl olur” diye düşünüyorum.
Hem bir sanatçı hem de akademisyensiniz ve birçok sanat fakültesinin kurucususunuz. Akademisyen kimliğiniz sanatçı kimliğiniz kadar önem taşıyor. 1996 yılında Büyükada’da eğitime başlayan Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kurarak Dekanlık görevini üstlendiniz. Bundan biraz bahsedebilir misiniz?
Bedrettin Dalan o zaman beni Çamlıca Sanat Evi’nde ziyarete, daha doğrusu kandırmaya geldi. Dedi ki, “Ben Yeditepe Üniversitesi’ni kuruyorum ve kurucularından birinin siz olmanızı istiyorum.” Ben başka isimler sundum kendisine ama o ısrarla beni istedi. Bunun üzerine ben emekli oldum ve kurucu üç hocadan biri oldum. Üniversiteyi kurduk. Arkasından da Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kurdum. “Peki nerede yapalım” diye sorduğunda ben “Büyükada” dedim.
Büyükada benim sinemada olduğum yıllar çok severek yaşadığım bir yerdi. Orada çok güzel günlerim geçti. Bahçeleriyle evleri bir şiir gibi. Bir bina vardı Yeditepe Üniversitesi’ne ait. O binayı restore ederek Güzel Sanatlar Fakültesi yapmaya karar verdim. Belki 2.000 kişinin girdiği bir sınavla 200 öğrenci seçtik ve çok değerli öğrenciler seçtik. Anadolu Kulübü bize bütün kapılarını açtı ve öğrencilerin konaklaması için bazı yerler tahsis etti.
Müthiş bir atmosferdi Büyükada ve 10 yıldan fazla orada devam etti. Ben iki yıl kadar dekanlık yaptım çünkü müzeyi kurmam gerekiyordu, başka projelerim vardı. Beni pek bırakmak istemiyorlardı fakat bu projeler için ayrıldım. Orası çok önemli bir yerdi çünkü kışın yaşayan bir yer haline gelmişti. Büyükada cıvıl cıvıl bir hal almıştı yani büyük bir sirkülasyonun sebebi oldu. Ben orada bir yaz akademisi yapmayı düşünüyordum. Sadece Türk öğrenciler için değil, dünyanın her yerinden öğrencilerle… Büyük bir zenginlik katar diye düşünüyordum fakat gerçekleşmedi. Atölyelerim ve müzem benim zamanımı doldurdu. Keşke olabilseydi…
Sonra Büyükada’yı başka adalarla kıyaslayabileyim diye başka adaları gezmek istedim. İtalya’da Capri’yi gezdim. Orada üç tane galeri vardı. Dünya zenginlerinin gezdiği ve resim satın aldığı çok güzel bir atmosfer vardı. Büyükada, Capri’yi belki üçe katlayacak kadar güzel bir adaydı. Biz hiçbir şeyin değerini bilmediğimiz için maalesef Büyükada’daki dönem, getirdiğim çok değerli hocalarla bir dönem daha devam etti, sonra da şimdiki yerine taşındı Yeditepe Güzel Sanatlar Fakültesi.
Şimdiki yeri de çok güzel tabii ama Büyükada’nın çok başka bir havası vardı. Keşke orada kalsaydı diye düşünüyorum. Büyükada’ya gidip gelmek bir nevi seyahatti ve öğrencilerin deşarj olabileceği bir yaşam serüveniydi. Hâlâ daha Yeditepe’nin amblemi benim tasarladığım logo ile devam ediyor. Logosunda yedi tane tepe vardır ve bir tane de yuvarlak vardır işte o yuvarlak da Büyükada’dır. Üniversite zaman zaman değiştirmek istedi fakat hiçbir amblem onun yerini tutmadı ki hâlâ daha kullanmaya devam ediyorlar. Geçenlerde Bedrettin Bey’le bir sergi açılışına gittim, hala daha “İyi ki seninle bu yola çıkmışız” der. Böyle bir serüvendi işte Büyükada.
Dostunuz, büyük film ustası Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” adlı filminde başrollerden biriydiniz. Nasıl dahil oldunuz bu projeye?
Biraz önce anlattığım Gazi Terbiye’deki sanat eğitimim sırasında bir tiyatro salonumuz vardı ve biz orada tiyatro yapıyorduk. Ankara Devlet tiyatrosu sanatçıları gelip eser sahneye koyuyorlardı. Ben o devlet tiyatrosundan gelen sanatçıların sahneye koyduğu birkaç eserde oynadım. Bu şekilde bir tiyatro eğitimi de aldım diyebilirim. Sonra yedek subaylığımda tesadüfen Trabzon çıktı ve Trabzon’da amatör tiyatro kulübünü kurduk. Orada çok ünlü bir eser olan “Zafer Madalyası”nı sahneye koyduk. Altı ay kapalı gişe oynayan bir amatör tiyatro kulübü oldu. Çok güzel bir atmosferdi ve ben onun baş oyuncusuydum. Burada o sıralarda çok iyi fotoğraflar çeken abiler vardı. Benim fotoğraflarımı çekmeye başladılar. Ben “Ne olacak” derken bir gün Ses Mecmuası’ndan finale kaldığım haberi geldi.
Sonra İstanbul’a geldim. Ses Mecmuası’nda yarışmaya katıldım. Tunç Okan birinci oldu, ben ikinci oldum ve bir yığın film teklifleri aldım. Dört tane filmim vardır: “Sevgili Öğretmenim”, “Sevgim ve Gururum”, “Çiçekçi Kız” ve “Sevmek Zamanı”. “Sevgili Öğretmenim” ilk filmimdir ve Ses Mecmuası’ndaki tüm finalistler orada vardır. Ediz Hun, Hülya Koçyiğit, Süleyman Turan, Yusuf Sezgin ve ismini sayamayacağım birçok arkadaşla bir sınıf dolusu öğrenci gibiydik. Öğretmen de Hülya Koçyiğit’ti. Hülya Koçyiğit ile geçenlerde “Film Gibi Hayatlar”da bir program yaptık ama daha izleyemedik. Bu filmimizden bahsettik orada. İşte böyle başladı Metin Erksan’ı tanımam ve son filmim “Sevmek Zamanı’”da oynamam benim belki de hayatımın dönüm noktalarından birisi oldu.
Ben sinemadan hiçbir zaman para kazanmadım. O sırada Nişantaşı Işık Lisesi’nde müdür yardımcılığı da yapıyordum ve oradan aldığım para ile yaşıyordum. Oradan kazandığımla kendime güzel kıyafetler alıyordum. Şık giyinmek zorundasınız, zira mecmualarda röportaj yapıyorlar, fotoğraflar çıkıyor. Hareketli bir hayat var ama “Sevmek Zamanı”ndan sonra sinemayı bırakmam gerekir diye düşündüm çünkü resimde kariyer yapmanın daha doğru olacağına karar verdim. Şimdi sinemadan olan bütün arkadaşlarım “En akıllı adam sensin” diyorlar. Ben de onlara “En şöhretli sizlersiniz, ben sizleri kıskanıyorum” diyorum.
Mesela onlarla bir yerde oturuyoruz, yemek yiyoruz. Gençler geliyor onlarla fotoğraf çektiriyorlar ama benimle çektirmiyorlar (gülümsüyor). Şaka bir yana böyle güzel günlerimiz oluyor. “Sevmek Zamanı”nın yeri bir başka oldu ve günümüze kadar gelebildi. Dün akşam bir online sohbet oldu mesela ve bana hep “Sevmek Zamanı”nı sordular. Metin Erksan’la hep bir dostluğumuz oldu. Mimar Sinan Üniversitesi ve Işık Üniversitesi’nde birlikte çalıştığımız bir hocamızdı.
Sinemadaki deneyiminizin sanatınıza nasıl bir katkısı oldu ya da katkısı oldu mu? Sinema sizin ve sanatınız için ne ifade ediyor?
Sinema bütün sanatları içinde barındıran bir dal. İçerisinde şiir var, edebiyat var, müzik, resim var, fotoğraf var, mimari var, her şey var. Sami Şekeroğlu ile birlikte Sinema-Televizyon Enstitüsü’nün kuruluşunda da epey hizmetimiz oldu. Dünya sinemasının en önemli filmlerini izleme imkânımız oldu. Bunları yorumlamak, üzerine konuşmak… Bunların hepsi aslında sanatsal değerlendirmenin güzel birer örneğiydi. Tabii ben sanata da farklı bakıyorum ve bunda sinemanın etkisi de muhakkak var. Bu arada benim yaratıcı kimliğimin götürdüğü başka boyutlar, beni mutlu eden şeyler oldu. Onun için sinemayı bırakarak doğru bir karar verdiğimi düşünüyorum.
Sinema hayatınızı noktaladığınıza değinmişken… Bir röportajınızı dinlerken “Durmak diye bir şey vardır” diyordunuz. Sanatçı için bir eser hiç bitmez ama durması gerektiği zamanı bilir/hisseder demiştiniz. Bunu bir sanatçı olarak hissedebiliyorum ve anlıyorum. Sanat, zaman-mekân fark etmeksizin aynı dili konuşuyor. Bu müze de sanatçılarla bir arada, bir paylaşım-etkileşim içerisinde olmayı hedefleyen bir düşünceden ortaya çıkmış.
Sanat, aslında başladığınız noktadan bitme noktasına gelene kadar. Durmayı bilmek dediğim nokta çok önemli. Her sanatçının bir durma noktası var. Avrupa’da çok önemli bazı sanatçıların ceplerine boya ve fırça koyup kimsenin olmadığı bir zamanı bekleyerek sergide asılı olan eserine devam ettiğini de biliyoruz. Yani bitmeyen bir şey sanat. Ama bazen bir resimde durmayı bilmeyip ilerlediğiniz zaman bozuluyor. Hiçbir zaman bir resim bitmiyor. Bir de her sanatçı yaşadığı dönemler içerisindeki gelişmeyi, yani görsel bir işse algılamayla bütünleştirdiği resmin en iyisini, gelecekte yapacağı resimde başaracağını düşünür.
Leonardo’nun çok önemli bir sözüdür. Hasta yatağında Leonardo’ya soruyorlar, “Ne düşünüyorsun” diye. Leonardo cevap veriyor: “Tam resim yapmayı öğrendim, şimdi ölüyorum.” Yani bitmeyen bir şey resim. Onun için benim durmayan bir sanat serüvenim var, farklı tekniklerle farklı şekilde kendimi ifade edebilecek şansa sahibim ve çok mutluyum. Sanıyorum ki dünyada benim kadar böyle farklı şeylerin içerisinde gezinen çok az insan vardır. İmkânlarımı iyi yarattığımı düşünüyorum, böyle bir müze ve atölye imkânları yaratabildim. Hem sanat eğitimciliği hem sanatçı kişiliğim ile belki Türkiye’de bu özelliklere imkânlara sahip az kişiden biriyim.
“At’nağme” adlı Ankara Millet Kütüphanesi’nde yer alan son serginizden bahsederek bitirmek isterim röportajımızı. Serginin tam merkezinde At’nağme isminde bir kitap var. Nasıl ortaya çıktı bu sergi?
Bana bir sergi teklifi geldi Kültür Bakanlığı’ndan. Önce “Var olan bir şeylerle yapmayayım” dedim ve yeni bir proje yapmak istedim. At’nağme benim yapmayı istediğim bir kitap projesiydi. Benim sanatım, bizim kültürümüzle ilgilidir. Kendi kültürüne dayanmayan bir sanatçının özgür olması mümkün değildir diye düşünüyorum. Yani siz Avrupa’ya gidiyorsunuz ve gittiğiniz atölye ya empresyonist yada kübist bir atölye ve neticesinde ya empresyonist yada kübist oluyorsunuz. Ben bunu doğru görmüyorum orada eğitim alacaksınız ama kendiniz olacaksınız. Eğer benim resimlerime baktığınızda Süleyman Saim Tekcan’ın heykeli, resmi, gravürü demiyorsanız ben kendi kimliğimi yaratamamışım demektir. Bu benim için çok önemli bir şey.
Şimdi kendi kültürümüzden yola çıktığımız zaman, Atatürkçü bir kişi olarak söylüyorum, Atatürk olmasaydı ben olmazdım şu an. Onun kurduğu, yüzüncü yılını yaşadığımız bir yerde yaptım o sergiyi. Parasız okullarda okudum, Gazi Terbiye gibi yatılı bir okulda okudum ve ona çok şey borçluyum. Ama bütün lise kitaplarında Osmanlı tarihini de okuduk biz. Osmanlı’da hat sanatı çok önemliydi.
Benim babam da hattattı ve benim akademi de birlikte çalıştığım Emin Barın da Türk sanatı içinde en önemli hattatlardan biriydi. Bir gün benimle otururken beyaz bir kâğıt üzerinde bir yazı getirdi bana. “Süleyman Saim Tekcan tuğrası” yazılı bir tuğra. Dedi ki “Bunu sana getirdim, bu senin tuğran.” “Neden bunu yaptınız hocam?” diye sorunca dedi ki “Trabzon’da iki tane Süleyman doğdu: biri Kanuni Sultan Süleyman biri de Süleyman Saim Tekcan” dedi. O tuğra benim önce Süleymanname kitabımı, sonra da At’nağme kitabımı yapmamın nedenidir.
Ben hat sanatımızı soyut sanatımızın zirvesi olarak gören bir kişiyim. Onun içerisinde yazan şey benim için hiç önemli değildir ama hat sanatının estetiği çok önemlidir. O estetikten yola çıkarak bir ön yazı hazırlayıp arkasından da desenlerimin ve gravürlerimin olduğu bir kitabı yapıp Millet Kütüphanesi’nde desenler, yağlıboyalar, heykeller, seramikler ve daha başka şeylerin de olduğu büyük sergiyi gerçekleştirdim. Onun için çok mutluyum. Üç aylık sergim yoğun ilgiden dolayı bir ay daha uzatıldı. Şu ana kadar yaptığım en büyük sergi.
Ben de onu merak ediyordum. Bugüne kadar sizi en çok hangi serginiz heyecanlandırdı ya da en büyük serginiz hangisiydi diye…
Tophane-i Amire deki “Döngüsel Seyir” adlı sergimi de çok seviyorum ama bu sergi de en az onun kadar etkileyici bir sergi. Burada sadece konu “At’nağme”. Tophane’deki sergi benim bütün dönemlerimin olduğu bir sergiydi. Bundan sonra ömrümüz neye yeter, onu da zaman gösterecek.