

Sade yaşamı ve renkli iç dünyasıyla fotoğraf sanatında “rock star” haline gelen Mehmet Turgut, şimdi hem analoğun büyüsünü hem de doğanın dinginliğini kovalıyor.
Uzun zamandır sesin sedan çıkmıyordu, nerelerdeydin?
Uzun süre Endonezya’da yaşadım. Çalıştığım birkaç markanın çekimlerini de orada gerçekleştirdim. Zamanla fark ettim ki, Endonezya’nın kültürü ve yaşam tarzı ruhuma çok iyi geliyor. Orada insanların toprağa, çocuklara, hayvanlara duyduğu sevgi ve saygı beni çok etkiledi. Hepsine derin bir önem veriyorlar. Aynı zamanda aza tamah etmeyi bilen, sade yaşamı benimsemiş insanlar. Ben de o kafadayım.
Evimi görüyorsun; bir oda, bir salon… Bana yetiyor. Hiçbir zaman şaşalı bir hayatın hayalini kurmadım, zaten öyle bir hayat bana huzur vermezdi. Endonezya’nın özellikle Bali Adası beni içine çekti. Kültürü, insanları bana çok yakın geldi. Orada Ari adında bir kardeşim vardı, bana işlerimde yardımcı oluyordu. Sık sık, “Sizin burada bir reenkarnasyonunuz var, ada sizi çok sevdi” derdi.
Ancak işin ekonomik tarafına baktığımızda, fotoğrafçılıkla geçinmek orada oldukça zor. İnsanlar kendilerine bile zor yetiyor. Ama biliyorum ki, orada her zaman bir kapım açık olacak. Hatta yaşlılığımı orada geçirmeyi düşünüyorum. Şu an Türkiye’deyim çünkü burada ve dünyada fotoğrafçılık adına yapacak çok şeyim var. Ama Endonezya hep kalbimde olacak.

Endonezya’da seni çeken ne oldu, neden başka bir ülke değil de orası?
Dünyanın pek çok yerine gittim. Dört yıl önce Endonezya’ya ilk kez gittiğimde, başka hiçbir yerde hissetmediğim bir duyguyla karşılaştım. Hani bazen bir yere adım atarsın ve için ısınır, oraya ait gibi hissedersin ya… İşte ben o hissi Endonezya’da yaşadım. Oradaki huzur, dinginlik ve insanlardaki sade mutluluk beni çok etkiledi. Adamların ayaklarına giyecek ayakkabıları yok ama hepsinin yüzünde bir gülümseme var. Üstelik sadece yerel halk değil; oraya turist olarak gelenler bile bir süre sonra o ruh haline bürünüyor, o sadeliği benimsiyor. Endonezya’ya birkaç kez gidip geldikten sonra fark ettim ki… ben artık oralı olmuşum.
Orada zaman senin için nasıl akıyordu?
Günler çok uzundu çünkü hava erken kararıyordu. Her sabah saat 6’da uyanıyor, yürüyüşümü yaparak güne başlıyordum. Bazen bir tapınakta buluyordum kendimi, bazen bir yanardağın eteklerinde… Bir tarafta krater gölü, diğer yanda sörfçülerin dalgalarla dansı… Manzaralar büyüleyiciydi. Zaten orada İtalyan, Rus, İspanyol birçok arkadaşım vardı. Akşamları onlarla bir araya geliyor, güzel yemekler yiyor, keyifli sohbetler ve eğlencelerle günü noktalıyorduk.


ÇOK HAYLAZDIM
Fotoğrafçı bir aileden geliyorsun, çocukluktan beri aklında fotoğrafçı olmak mı var mı?
Ben çok haylaz bir çocuktum. “Derslerine neden çalışmıyorsun, neden bu kadar yaramazsın?” dediklerinde hep, “Ben fotoğrafçı olacağım,” derdim. Ve sonunda gerçekten de fotoğrafçı oldum. Aslında kafamda resim, heykel ve plastik sanatlar da vardı. Bu alanlarda çeşitli denemelerim oldu. Ama askerliğin ardından kendime şöyle bir soru sordum, “Ben derdimi neden fotoğrafla anlatmıyorum?” Zaten elimde bir stüdyo ve gerekli ekipmanlar vardı. Fotoğrafla iç dünyamı anlatmaya başladıkça işler hızla büyüdü.

İstanbul’a taşındığın dönemde çektiğin fotoğraflarla tanınırlığın bir anda artmaya başladı. Sonrasında da bir anlamda kendi alanında “rock star” bir fotoğrafçı oldun. Böyle bir ilgi seni şaşırttı mı?
Şaşırtmadı. Çünkü rüzgârla savrulacak biri değilim. Babamın oğluyum ben. Dünya yıkılsa gülümseyip geçerim. Bazen soruyorlar, “Neden eskisi kadar görünmüyorsun?” diye. Ben aslında eskiden de görünmüyordum ki… Sadece insanlar beni o zaman daha çok görüyordu. Eskiden İstanbul daha samimiydi, herkesin birbirini görebildiği bir şehirdi. İstiklal Caddesi, Beyoğlu güvenliydi. Her köşe başında bizim tarzımızda müzikler çalan mekanlar vardı. Gecede dört-beş yer gezerdik. Şimdi öyle değil. Sokaklar gergin, insanlar tedirgin.
Bir de sanırım benim fotoğraflarım insanlarda bir merak uyandırdı. Kim olduğumu, bu fotoğrafların arkasındaki kişiyi anlamaya çalıştılar. Mesela Taylan Biraderler… Kimseye röportaj vermiyorlardı ama ben 46 Dergisi için onları davet ettim. Sağ olsunlar geldiler ve “Üstat, biz normalde böyle pozlar vermeyiz ama seni merak ettiğimiz için geldik,” dediler. Hâlâ görüşürüz onlarla.
Bir başka anı da Ömer Faruk Sorak’la. İlk stüdyoma geldiğinde ona bir showreel’ımı açmıştım. İzler izlemez hemen Yılmaz Erdoğan’ı arayıp, “Yılmaz, bir şey buldum! Hemen gel!” demişti. O “bir şey” bendim. Ama o “bir şey”, sadece o gün değil… Ankara’da da “bir şey”di, bugün de “bir şey”. Bunun başka yolu yok. Bu işin yolu belli: Sanat. Üretmek. Sergiler açmak.


Çok büyük isimlerle çalıştın. Bu isimler arasında seni en çok etkileyen kim oldu?
O kadar çok isim var ki… Çünkü bu insanlarla sadece birkaç saatlik bir çekim yapmadım; bir anlamda onlarla birlikte bir hayat yaşadım. Aramızda gerçek bir mesai, gerçek bir bağ oluştu. Her biri bana çok şey kattı. Aydın Boysan, Ara Güler, İlber Ortaylı… Bu isimler sadece alanlarında değerli insanlar değildi, söyledikleri sözler, kurdukları cümleler beni derinden etkiledi. Hepsi gelişimime katkı sağladı.
Şu anda karşımda rahmetli Erol Büyükburç’un fotoğrafı duruyor; o yüzden ilk aklıma gelen o oldu. Bir gün çekim sırasında yanıma geldi, tık tık kafama vurdu, “Serotonin evladım” dedi. “Efendim hocam?” dedim şaşkınlıkla. “Bak” dedi, “Seni üzen film varsa yarısında çık. Seni üzen şarkıyı dinleme. Seni üzen insanlardan uzak dur” (gülüyor). O anda söyledikleri çok basit gibi görünüyordu ama yıllar geçtikçe ne kadar derin ve doğru olduğunu daha iyi anladım. Aydın Boysan da mesela… 94 yaşında vefat etti ama son anına kadar beraberdik. İçinde hep bir çocuk vardı ve o çocuğu hiç öldürmemişti. Beni de hep bu konuda teşvik etti. “İçindeki çocuğu sakın kaybetme” derdi. Ben de onun gibi hissetmeye çalıştım hep.


Ara Güler’le de farklı bir ilişkiniz vardı. Adeta bir usta-çırak gibiydiniz.
Ara abiye hiçbir zaman “Abi, ben de fotoğrafçıyım, bak bunları çektim, bu da benim portfolyom” diye yaklaşmadım. O zaten benim ne yaptığımı, nasıl fotoğraf çektiğimi biliyordu. Ben sadece onu dinlemeyi tercih ettim. Bu tavır, aramızda kendiliğinden bir köprü kurdu. Sonrasında bir projede onun bir fotoğrafını çektim. O kare için hep “Benim en sevdiğim fotoğraf” derdi.
Geçtiğimiz yıl “Ara Güler’i çeken fotoğrafçılar” temalı bir sergi yapıldı. Sergide benim çektiğim bir kare de vardı ve o fotoğraf serginin tek büyük baskısıydı. Neden mi o fotoğraf diğerlerinden farklıydı? Çünkü Ara Güler’i renkli çeken tek kişi bendim. Diğer tüm kareler siyah beyazdı. Ama ben dedim ki “Ara Güler’i neden siyah beyaz çekiyorsunuz abi? O çok renkli bir adamdı.” Bu bence çok önemli bir detay. Ara Güler’in çektiği fotoğraflar siyah beyaz olabilir ama kendisi, ruhu, karakteri tam anlamıyla rengârenkti.

İNSAN DEĞİŞİYOR, YAPTIĞI MESLEK DE EVRİMLEŞEBİLİYOR
Çekimlerin eskiden daha çok stüdyoda gerçekleşiyordu ama son yıllarda doğada, stüdyo dışında çalışıyorsun. Dört duvardan sıkıldın mı?
Stüdyoda çalışmak beni hiçbir zaman sıkmaz ama yelpazemi genişletmek istiyorum. Dışarıda fotoğraf çekmek ruhuma da iyi geliyor. İlk başta sadece “Acaba yapabilir miyim?” diye merak ettim. Sonra fark ettim ki, doğayla temas halinde olmak beni gerçekten besliyor. Dışarda daha çok analog fotoğraflar çekiyorum, onlar bana ayrı bir tat veriyor. İnsan değişiyor, fikirleri de değişebiliyor yaptığı meslekte de evrimleşebiliyor.

Müzik senin hayatında da yaptığın işte de önemli bir yer tutuyor. Bu aralar neler dinliyorsun?
Benim yıllardır vazgeçemediğim, içinde Skid Row, Metallica ve Ozzy Osbourne’un olduğu klasik bir playlist’im var. Ama zamanla müzik yelpazem de genişledi. Sıkı bir Radiohead hayranıyım. Radiohead’le birlikte Muse ve Depeche Mode gibi grupların altyapıları beni elektronik müziğe de yönlendirdi. Onları dinledikçe müziğe bakışım değişmeye başladı. Bu yeni dünyayı keşfettikçe, sadece hoplayıp zıplanan şarkıların ötesinde, içinde yoğun duygu barındıran ve insanı adeta transa geçiren parçalarla tanıştım. Eskiden “Rock müzik dinlerim, başka da bir şey dinlemem” kafasındaydım. Ama farklı tarzları keşfettikçe playlist’im çok daha zengin bir hale geldi.
Ali Ronay ile Disiplinler Arası Gastronomi