Yüzyıl önce saatin kaç olduğu konusunda bir karmaşa vardı ve derin görüş ayrılıkları yaşanıyordu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e saatleri yeniden ayarladık.
Ünlü gazeteci Burhan Felek’in anlatmayı sevdiği bir fıkra vardır: Haremağası yeni bir saat almış fakat okumasını bilmiyormuş. Güzel saatini de herkese göstermek istediğinden gelen geçene “Affedersiniz, saatiniz kaç?” diye sorarmış. Diyelim ki biri “üçe çeyrek var” derse, haremağası hemen saatini çıkarıp bakar ve gülerek “Benimki de öyle!” dermiş.
Haremağası belki de yanılıyordu çünkü eskiden (son haremağalarının yaşadığı devirde) saatin kaç olduğu konusunda bir karmaşa ve derin görüş ayrılıkları vardı. Aslında saatlerde bir sorun yoktu bütün mesele güneşle yani saatin ayarıyla ilgiliydi.
“Türk tarzı” veya daha yaygın adıyla “alaturka” (İtalyanca “alla Turca”) denilen sisteme göre güneşin battığı an günün başlangıcıdır ve saat 12’dir, dolayısıyla yeni bir günün ilk dakikaları işlemeye başlardı. Sonraki günbatımına kadar olan süre 24 saate bölünür. Gayet mantıklı görünüyor ama güneş her gün başka bir vakitte battığı için bazı sorunlar yaşanıyordu. Temel sorun güneşin batışının aynı boylamda bulunmayan her bölgede farklı bir zamanda gerçekleşmesiydi.
Üstelik gün ve gecenin süresinin (mesela 21 Aralık yılın en uzun gecesidir) yıl boyunca farklı olması bir başka sorunu daha getiriyordu: Saatlerin her gün yeniden ayarlanması gerekiyordu. Doğal olarak mevsimlere göre değişen günlerin ölçümü sıkı bir takip gerektiriyordu, sadece senede iki kez o da 21 Mart ve 21 Eylül’de olmak üzere gece ve gündüz süreleri 12 saat olduğundan birbirine eşitti. Muvakkitler (vakit bildiren) ve muvakkithaneler (vakit ölçüm evleri) saatlerin yeniden ayarlanması için gerekliydi, müneccimler (astronomlar) yardımıyla zaman ölçümü titizlikle yapılmasına rağmen dünyaya ayak uyduramıyorduk.
Bu arada “yılın en uzun gecesi” anlamına gelen “şeb-i yelda” ile başlayan ünlü bir beyit vardır. Çetin Altan her yıl 21 Aralık günü Milliyet gazetesinde “Geceleri bir türlü uyuyamayan hastalar, sıkıntı ve kaygı içinde olanlarla, ‘en uzun gece’ üstüne de şöyle bir beyit vardır” veya “Vaktiyle eski insanlar sıkıntılı bir geceyi anlatmak için, Divan edebiyatından miras kalmış bir beyti tekrarlayıp dururlardı” der ve dert sahiplerine adanmış (mübtelâ-yı gam) hangi şairin yazdığı bilinmeyen o meşhur beyti paylaşırdı:
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir, Müptelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâat
Dünyaya ayak uyduramıyorduk ama doğrusu bunu çok dert edinmiyorduk. Ne zaman ki ticaret ve taşımacılığın boyutları arttı o zaman işler karışmaya başladı. Saatlerimiz başka bir dünyaya göre ayarlanmıştı.
Tüm dünyada farklı saat sistemlerinin getirdiği benzer bir sıkıntı yaşandığından uluslararası bir saat sistemine geçilmesi düşünülmeye başlandı. İngiltere’deki Greenwich Gözlemevi’nin üzerinden geçen meridyen çizgisi 1884’te başlangıç olarak kabul edildi ve dünyamız 15 derece arayla 24 saat dilimine bölündü. Meridyenlere göre ülke saatleri yeniden ayarlandı. Osmanlılar bu saat sistemine alafranga (Frenk tarzı) dedi, bu sistem bir yerde alaturka saatin karşıtıydı. Alafranga saat güneşin öğle vakti tam tepede bulunduğu saati başlangıç noktası olarak aldığı için sabit bir düzen barındırıyordu.
Bu arada saatler sıkıntılı olur da takvim olmaz mı? Osmanlı döneminde vergiler hasat mevsimlerinin sabit oluşu yüzünden zorunlu olarak 365 gün güren güneş yılına göre alınıyordu. Ancak asker ve memur maaşları 354 gün süren Hicri yıla göre ödeniyordu. Bu aradaki günlük farkın zamanla birikerek oluşturduğu sorunlar yüzyıllar boyunca çözülemedi. 10 Şubat 1332’de Takvim-i Vekayi’de yayımlanan yeni kanuna göre Batı takviminin güneş yılı kabul edildi, ama yine Hicret takvimine göre başlangıç tarihleri ayarlanıyordu. Bu da ortaya yine bize özgü olan Rumi takvimi ortaya çıkardı. (Ahmet Rasim o günlerde yaşanan sıkıntıları Gülüp Ağladıklarım kitabında çok güzel anlatmıştır.)
Türkiye’nin takvim sorunu 1925’te çıkarılan bir kanunla çözüldü. Kanuna göre “1341 senesi Aralık ayının otuz birinci gününü takip eden gün, 1926 senesi Ocak ayının birinci günüdür” deniliyordu.
Mayıs 1912’de alınan bir kararla orduda ve devlet dairelerinde alaturka saat yerine alafranga saat kullanılmaya başlandı ancak sadece kâğıt üzerinde kalan bir uygulamaydı. Çünkü saatlerin ibreleri geceyi gündüz, gündüzü de gece gösteriyordu, romanlarda ve öykülerde geçen “akşamın 12’si” veya “gecenin 3’ü” artık başka bir saatti. Halk yeni sisteme bir türlü alışamadı.
Bu duruma mekanizmanın mevsime göre hızlı-yavaş çalışmasına müdahale ederek bir çözüm getiren “ayar gerektirmeyen saati” icat eden saray saatçisi Johann Meyer gibi girişimciler de oldu. Fakat pratikte birçok zorluğu beraberinde getiren çok hassas bir sistemdi ve alıcısı pek olmadı.
Sadece halk değil, aydın kesim de uzun süre alafranga saat düzenini kabullenmekte zorlandı. Ahmet Haşim’in (1884-1933), önce bir gazetede yayımlanan denemesindeki sözleri bu yöndeki en büyük isyan sayılabilir: “Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık “oniki”, (…) sokakların lâcivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında mevcut olmayan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır.”
Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958) ise döngüsel bir zamandan yana umutludur, ona aşkın öyküsü uzun bir geceye yakışır, Mecnun’un bıraktığı yerden sözü Leyla alır ve zaman böyle döner durur:
“Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıss-i aşk Tâ ki Mecnûn bitirir nutkunu Leylâ söyler”
Cumhuriyet dönemi yüzyıllardır süren kronikleşmiş dertlerimize ilaç oldu, bizi başka bir zamana daha aydınlık günlere çıkardı. 26 Aralık 1925’te çıkan kanunla alaturka-alafranga ikilemi ortadan kaldırıldı ve güzel saatlerimizi yeniden ayarlamaya başladık.
Atatürk’ün Yolumuza Işık Tutan Sözleri
Cumhuriyet’in Yüzleri: Atatürk’ün Yurtdışına Gönderdiği Öğrenciler