Kerem Görsev, Bodrum sonrası İstanbul’a dönüşünde bestelediği Clear Horizon ile cazın derinliklerine ilham dolu bir yolculuk sunuyor.
Hafta yağmurla başlamıştı. Karamsar bir pazartesi öğleden sonrasında Teşvikiye Camii’nin arkasındaki o sevimli ve rengârenk kafede buluştuk Kerem Görsev ile. Kafenin adı 44A, sahibi ise ressam ve heykeltraş Argun Okumuşoğlu… Tüm duvarlar tablolarla bezeli, ortalık yerlerde heykellerle… Bir sanatçı dokunuşu derinden hissediliyor. Piyanistlikte yarım asır devirmiş Kerem de gülümseyen siması ve bitmeyen enerjisiyle sanki bu kafenin sanatsal bir parçası gibi görünüyordu. Tanıdığım en sohbetçi müzisyenlerden biri. O yüzden röportaja nereden başlayacağım diye hiç düşünmeden gelmiştim. Öyle de oldu, oturur oturmaz gelen salepler eşliğinde zaman su gibi aktı.
Çok uzun süre Bodrum’da yaşadıktan sonra tekrar İstanbul’a döndün. Bu değişiklik çalışmalarını, ilham kaynaklarını nasıl etkileyecek?
Bodrum iyi hoş ama işin gerçeği ben İstanbul’u her şeye rağmen özledim. Örneğin seninle buluşmaya tam iki buçuk saatte geldim. Ama dediğim gibi her şeye rağmen burası benim doğup büyüdüğüm yer, ailem buralı… Belki ara sıra buradan uzaklaşmak iyi olabilir. Bazen at gözlüğü takıp yaşamak, eskiyi hatırlayarak bugünü görmemek bana iyi geliyor, beni motive ediyor. Bodrum da böyle bir süreçti, bana çok iyi geldi ama dediğim gibi doğup büyüdüğüm yerleri özledim. Buralar benim ilham kaynaklarım.
İstanbul’da yaşıyorsan, İstanbul’da yaşamayı öğreneceksin; örneğin belli saatlerde çıkacaksın, belli saatlerde bazı yerlerde olmayacaksın. Zaten geldikten sonra hemen beste yapmaya başladım. “Clear Horizon” sonrasında buraya gelince “Midnight Melodies” adını verdiğim bir beste yaptım. Bu parça çıkarmayı düşündüğüm solo piyano albümü için attığım ilk adım oldu. Bu besteyi ancak İstanbul’da yazabilirdim, bu ruh halini burada bulabilirdim. Biz dünyanın dönüşünden beslenen insanlarız; bir gün yağmur yağıyor, bir gün güneş açıyor, inişler çıkışlar oluyor. Ülkenin sosyo-ekonomik durumları seni yaralıyor, hayvanlara yapılan işkenceler deli ediyor. Her olay beni tetikliyor, iyi de hissetsem, kötü de hissetsem hemen müziğe sığınıyorum. Elime kurşun kalemi, kâğıdı alıp oturuyorum beste yapıyorum.
“Her olay beni tetikliyor, iyi de hissetsem, kötü de hissetsem hemen müziğe sığınıyorum. Elime kurşun kalemi, kâğıdı alıp oturuyorum beste yapıyorum.”
Bodrum’da da çok ciddi ilham kaynakların vardı, sen o dönemi hayli verimli geçirdin…
Tabi, deniz, tekne, doğa, orman; ormanda köpeklerim vardı, onlarla yaptığım geziler… Bunlar beni bir noktaya kadar besledi ama ben değişiklik seviyorum, öyle stabil yaşamayı çok sevmiyorum. Değişiklik adına İstanbul’a geldim ama mümkün olduğunca şehrin kalabalığından ve itiş kakışından uzak durmaya gayret ediyorum. Ben akşam saatlerini ve pastel saatleri seviyorum. Sessizliği seviyorum, ışığı, aydınlığı çok değil. Evin içinde de yatak odasının ışığını açıyorum, oradan salona gelen ışıkla yaşıyorum. Gölge gibi dolaşırken de aklıma gelen şeyleri piyanonun başına geçip çalıyorum, notlar alıyorum. O atmosfere bir de şarap eşlik ediyorsa, benim için beste yapmanın önünde engel yok.
Salgın günlerini Bodrum Kemikler Köyü’nde geçirdin. Müzisyenlerin çoğu büyük bir umutsuzluğa kapıldı, tembelleşti. Sen neler yaptın?
Ben eşimle birlikte iyiydim. Çok şey yazdım, maske takmadım, hep dışarı çıktım, köyde ATV’ye bindim, dağlara çıktım. Bahçede köpeklerle oynadım. Ama süre uzadıkça sıkıldım, ufak ufak sosyalleşmek istiyordum. Zaten o sürenin sonunda da ufak ufak İstanbul’a dönüş niyeti oluşmaya başlamıştı.
Neden bir solo piyano albümü yapma ihtiyacı hissettin?
Bunun tek nedeni canımın istemesi. Caz tarihindeki babalara bakınca, Bill Evans’lar, McCoy Tyner’lar, Keith Jarrett’lar, Herbie Hancock’lar, hepsinin solo piyano çalışmaları var. Bir tane de benim olsun istedim, bakalım inşallah beceririm. İstanbul’a geldikten sonra “Midnight Melodies”i bestelemiştim, muhtemelen o albümün ismi de olacak. Şu an dört yeni beste üzerinde çalışıyorum.
Solo piyano albümü çok riskli ve kendine göre kaydından bestesine farklı bir mesaiyi gerekli kılıyor. Burada kompozisyonların eskilere göre bazı farklılıklar içerecek mi?
Kesinlikle… Besteler daha legato, uzun cümleli ve intervalleri olmayan, ritmik öğeler parçayı ittirmeden yürüyen şeyler. Hafiften böyle sakin sularda bir yelkenliyle gidiyormuş gibi düşüneceksin.
Bir de işin kayıt kısmı var…
O beni hiç korkutan bir şey değil. Ne piyano ne de stüdyo konusunda tereddüt ettiğim bir şey yok. Benim çaldığım stüdyolarda ya Steinway var ya da Fazioli. Onları deneyeceğim, ikisinden birinde karar kılacağım. Yer olarak da “Clear Horizon”ı mesela Miam’da yapmıştım. Orada bir Steinway var, ilk 2022 yılında gelmişti, ilk kaydı ben yapmıştım. Şimdi de renove edilmiş durumda. Bunun dışında bir Ayvalık’ta bir de İstanbul’da iki stüdyoda Fazioli var. Bunlardan birini düşünüyorum. İki tek atacağım, yumuşayacağım ve piyanonun başına oturacağım (gülüyor).
Bütün albüm ve bestelerinin hikayesi var, yaşanmış hikayeler bunlar. Sen müziğinin içeriğini yaşanmışlıktan alıyorsun. Doğadan, çevrendeki insanlardan, hayvanlardan etkileniyor, beste yapıyorsun. Son albüm “Clear Horizon”ın da hikayesi olmalı…
Youtube’ta var, 1960’lı yıllarda Alfred Hitchcock ile röportaj yapmışlar. Soruyor muhabir “Mutluluk nedir sizin için?” diye. Yanıt ,“A clear horizon”… Sonsuz bir ufuk çizgisi diyor ve devamında anlattıkça anlatıyor. Bu anlatıyı birebir alıp plağın içine koydum. İtalya’da Milano’nun üzerinde Como Gölü var. Onun kenarındaki evimizdeyken ilham geldi, göl tabak gibi görünüyor. Hiç kıpırtı yok, dağların gölgesi vurmuş, bir kuş uçsa kanatları dalga yapacak. Aklıma bir melodi geldi, hemen kurşun kaleme sarıldım. Parça bir çırpıda çıktı, eşim Deniz de adının “Clear Horizon” olmasını teklif edince tamamlandı.
Alfred Hitchcock şuna işaret ediyordu, Clear Horizon demek sinema demek, resim demek, plastik sanatlar demekti. Senin de müzik dışı ilham kaynakların var.
Eski Hava Kuvvetleri komutanı vardı, dostum arkadaşım Ergin Ceresin Paşa, orgeneral. Geçenlerde Ankara konserimize geldi, “Bu havacılıkta da bir terimdir” dedi. Ben işin aritmetiğinden uzağım. Denize açılıyordum, ufak bir teknemiz vardı, içinde de minik bir piyano. Onunla denize açılıp çok beste yapmışımdır. Çok mutlu günlerim geçti orada, Ferit (Odman) de gelir, bagetleriyle teknenin koltuklarında ritim tutardı.
“Sadece hissettiğim zaman yazmaya başladım, arzu ettiğim zaman stüdyoya girdim, albüm yaptım. Hep bir neden, bir olay, bir hikâye vesile oldu. Parçalar bana hep “Kerem beni yaz” dedi.”
Sen organik ve analog bir insansın, tüm o yapay zekalara, dijital destekli müzik üretimlerine nasıl uzak durduğunu iyi biliyorum. Peki teknik olarak besteleri nasıl yazılı hale getiriyorsun?
Benim bestelerim hücum kayıt dediğimiz bir şekilde bitiyor. Stüdyoya giriyoruz, herkes birbirini görüyor. “Son 2-3-4” diyor çalıyoruz. Örneğin son albümü dört saatte kaydettik. Daha önce dört filarmoni orkestrası ile yaptığım albümler de böyle çıktı, aynı anda giriyor çalıyor çıkıyoruz. Onlar da bir gün içinde bitmiş kayıtlardı. Biz kanal kanal kaydetmiyoruz, kazasıyla belasıyla ne çıktıysa o.
En samimi sıcak kayıtlar öyle oluyor zaten. Hele o arada çatal bıçak sesleri yok mu, bayılıyorum. Kerem sen 30 yılda 22 albüm yaptın. Bu ciddi bir üretkenlik konusu…
Şunu dürüstçe söyleyebilirim, hiçbir zaman albüm yapmak için albüm yapmadım. Sadece hissettiğim zaman yazmaya başladım, arzu ettiğim zaman stüdyoya girdim, albüm yaptım. Hep bir neden, bir olay, bir hikâye vesile oldu. Parçalar bana hep “Kerem beni yaz” dedi.
Üretkenliğinden sual olmaz, benim başka bir kısmı dikkatimi çekiyor. Türkiye gibi bir ülkede caz müzisyeni olarak bu kadar albüm yapmanın ekonomik getirisi ne oldu?
Çıkan CD ve plakların ekonomik getirisi neredeyse sıfır, buna dijital gelirler de dahil. Albümlerimi yapmak için araba da sattım, kuyruklu piyano da sattım, ev de sattım, yemedim içmedim biriktirdim. Özellikle Londra ve Prag Filarmoni Orkestrası kayıtlarına evim, arabam ve piyanom gitti. Pek çok şeyi cebimden yaptım, çünkü prodüktör istemiyordum. Sponsorlar ise yanaşmıyordu. Bir iki görüşmem oldu dönmediler ya da “Bizim bu işten kârımız ne olacak” dediler. Sadece bir bankanın CEO’su Akın Öngör’den St Petersburg albümü için ufak bir destek aldım, ardından yine bankacı Ergun Özen’den ve halkla ilişkiler müdiresi Naciye Hanım’dan destek gördüm. Destekleri yüzde 10-15 gibi bir orandı, hepsi bundan ibaret.
Albümlerin fiziki satışlarında pek bir şey gelmediğini iyi biliyorum. Peki konserlerin getirisi nasıl oldu?
Dürüst olmak gerekirse konserler geçindiriyor. Örneğin bu ay dört konserim var, daha fazla olması gerekir ama yine de ayakta kalmaya çalışıyoruz. Bunun için ufak bir şirket kurdum, her işimi fatura keserek yasal olarak yürütüyorum. Keşke biraz daha fazla çalabilsem ama bunu çok iyi yerlerde çalarak telafi etmeye çalışıyorum. Ülkemizde gerçekten çok güzel konser salonları var, ben onların dışında ülkenin değişik şehirlerinde yapılan festivallerde çalıyorum. İyi salonlarda kalabalıklara çalmaktan çok zevk alıyorum.
Sen caz camiasında ilk akla gelenlerden, en çok bilet kesenlerden birisin. Özel bir pazarlama stratejin var mı?
Hiçbir pazarlama stratejim yok, yaptığım tek iş sosyal medyadan konserlerin afişlerini paylaşmak. Zaten gazetelere, dergilere, billboardlara falan reklam verecek bir bütçem hiç olmadı. İçimden geldiği gibi davranıyorum (gülüyor).
Doksanlı yıllarda Elvin Jones ile çaldın değil mi? O nasıl bir anıdır…
Evet, Eskişehir Caz Festivali’nde, Elvin Jones Jazz Machine… 1998 yılında iki konser çaldım. Amerika’da onun basçısı Steve Kirby ile tanışmış, çalışmıştım. Jones bir önceki Londra konserinde piyanisti kovmuş, beni gece üçte aradılar, “Hemen havaalanına gel” diye. O gece stresten mideme kramplar girdi, uyuyamadım. Dünyanın en ilahi dörtlüsünün elemanı bu adam. Konsere iki saat kala bile halen votka içiyordu, prova yapmadı. Benim ise elim ayağım birbirine dolanmış. Ben odada senkop çalıştım, Jones ise konsere beş dakika kala sese baktı ve çalmaya başladı. O kadar deli deli hareketler yapıyor ki, tüm teri yüzüme savruluyor. Hayatımda yaşadığım en güzel şeylerden biriydi.
Albümlerin plak olarak da basılıyor. Bunun senin için ayrı bir ehemmiyeti var mı?
Plak konusunda başımın etini yiyen kişi Ferit. Biliyorsun, o albümlerini plak olarak bastırıyor, Amerika’ya gitti, orada kayıtlar yaptı, ayrıca kendisi de bir plak meraklısı. Aslında ben daha ziyade CD seviyorum. Görüyorsun ki şu an arabalarda bile CD yok. Ben de son yedi albümü plak olarak bastırttım, Emre Plak’tan, dostum Hüseyin Emre’nin firmasından…
Öyleyse solo albümün plağının basılmasından sonra görüşmek üzere… İstanbul’a hoş geldin…
2024’ün Dikkat Çeken 10 Albümü
David Gilmour Eski Defterleri Kapatıyor
Hakan Kurşun ile Bir Şehrin Ses Sergisi
Murat Cem Orhan: “Sanatımın Bedenimden Uzun Yaşamasını İsterim”