fbpx

Saatolog.com.tr

Saatolog.com.tr Logo

Murat Cem Orhan: “Sanatımın Bedenimden Uzun Yaşamasını İsterim”

21 Mayıs 2024
Murat Cem Orhan: “Sanatımın Bedenimden Uzun Yaşamasını İsterim”
Kanlıca’da güneşli bir gün, yaseminlerin salındığı bir kapıdan içeri giriyoruz ve karşımızda Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun Genel Sanat Yönetmeni duruyor; Murat Cem Orhan. Bahçesinde kendi elleriyle yaptığı kahveler ve sayısız ikramla saatler geçiyor. Röportajdan çıkıyor, muhabbete dönüyor, dertleşmeye evriliyor. Bu ülkenin dertleri bitmiyor, sevgisi de…
O henüz 43 yaşında ama bulunduğu yer muazzam. “Amerika’nın Carnegie’si varsa bizim de Cemal Reşit Rey’imiz var” diyerek içten içe gururlanmamak elde değil. Murat Cem Orhan, göreve geldiği günden beri biletleri ışık hızıyla tükenen konser programlarının yaratıcısı olmakla kalmıyor; yarının profesyonellerinin hayatında fark yaratacak akademilerde genç müzisyenleri işin ustalarıyla buluşturuyor. Besteci kimliği ise nefesini tutmuş, yeni projelerin heyecanını yaşıyor. 
O, zorlu konumunun hakkını veren bir yönetici, müzikal yeteneğini sınırları zorlayan azmiyle katlayan bir maestro, yaratıcılığının meyvelerini değer katmaya adayan bir müzisyen… Dahası mı? Dahası çok… Gelin onun duygu yoğun dünyasında müzikle hemhal olalım. 
Murat Cem Orhan
Murat Cem Orhan – Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu

Hemen bulunduğunuz konumla başlamak istiyorum. Hem kent kültürü hem de ülkemizin sanat dünyası için çok sembolik bir konumdasınız. Bugüne dek Cemal Reşit Rey’den geçen isimleri düşününce nasıl bir şey burada olmak?  

Cemal Reşit Rey, benim evim gibi. Duygusal tarafı o kadar yoğun ki. Konser izlemeyi de burada öğrendim, neyin nasıl icra edileceğini de… Şimdi burada bu konumda olup da seyirciye dönüp bir şeyler aktarmaya çalışmak çok tatmin edici. Dahası burada açtığımız akademilerle gençlere eğitim veriyoruz. Geçen sene 8 yaşında bir öğrencimiz Turgay Erdener, Hasan Uçar gibi isimlerden dersler aldı ve kendi bestesini yaptı. Bu büyük bir nimet. Eğer o çocuk 20 sene sonra müthiş bir oratoryo besteler ve “Ben ilk derslerimi Cemal Reşit Rey’de aldım” derse ben daha ne isterim.

Cemal Reşit Rey tarihinin en yoğun günlerini yaşıyor. Neler yapıyorsunuz burada?

Konser programlarının yanında bir amacım var. Türk orkestralarını yurtdışına götürmeye çalışıyorum. Her yurtdışına gittiğimde bir Türk bestecisiyle beraber gitmeye çalışıyorum. Önümüzdeki sene 11 Nisan’da Mehmet Ali Sanlıkol’la birlikte Polonya’ya gidiyoruz mesela. Türk bestecilerinin eserlerini yaymak için elimden geleni yapıyorum.

Geçen sene Finlandiya’da Ferit Tüzün çaldım. İtalya’da ise CRR Orkestrası’yla bir konser verdik. İlk yarısı “Saraydan Kız Kaçırma” gibi Avrupalı bestecilerin Türklerden etkilendiği eserlerdi, ikinci yarısı da sırf Türk bestecilerin eserleriydi. CRR, senfoni tarihinde uzunca bir aradan sonra ilk defa turneye gitmiş oldu. Bunun yanında bestelediğim üç tane çocuk oyunu var. Şekeronya, bir buçuk yıldır deprem bölgesinde de oynanıyor. Oradaki bir çocuğa notalarımla ulaşabiliyorsam ne mutlu. Yapmak istediğim hâlâ çok şey var. İnanın hâlâ çok kapalıyız. Hâlâ insanlar Türkiye’de senfoni orkestrası var mı diye soruyor. Neden? Suç bizde. Tanıtamıyoruz. 

FAZIL SAY BU TOPRAKLARIN SESİ

Tam da bunu sormak istiyordum. Sizden önce orkestra şefleri hem eser hem de besteci seçimleriyle Batıcıl bir anlayıştaydı. Bu da popüler bir deyişle söyleyelim, halktan uzak bulunuyordu. Sizin çalışmalarınızda ise ulusal kimliğimiz ön planda ve bunu yurtdışında da göstermek için çalışıyorsunuz. Bu bilinçli bir yol seçimi değil mi?

Elbette. Bu kadar zengin topraklarda yaşayıp da bunları görmezden gelmek olmazdı.  Troya da bizim, Nemrut da… Dolayısıyla bu kadar büyük bir zenginliğin içerisinden bir şey çıkarmamak haksızlık olur. Burada Kemal Tahir, Nazım varken neden gidip ilhamı başka kültürlerde arayalım ki. Bu toprakların değerlerine değer veriyor olmak benim için önemli. Özellikle bestelerimde bunu yapmak bana gurur veriyor. Mesela Kuva-yı Milliye Oratoryom. Bugün bu röportajı yapabiliyorsak o günün ruhu, savaşanları, inananları sayesinde.

Türkiye’de bu anlamda beğendiğiniz isimler var mı?

Fazıl Say var tabi. Zaten Fazıl’ın en büyük gücü de bu. O, bu toprakların sesi. Mustafa Kemal’in yapmak istediği şey de buydu bence. “Gidin, tekniği öğrenin ve gelin buranın değerlerine uygulayın” demiş. Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu kadar güzel bir oratoryo çok az var. Ulvi Cemal Erkin’in senfonileri kadar bu toprakların dokusunu yansıtabilen çok az senfoni var. Kıymet bilmek lazım. Biz çok enteresan bir toplumuz. Geçmişin değerini bilmiyoruz, arşiv tutmuyoruz. Ne bestecilerimizin düzgün kayıtları, notaları var, ne telif hakları bizde, ne edisyonel hakları. 

Murat Cem Orhan: “Sanatımın Bedenimden Uzun Yaşamasını İsterim”
Murat Cem Orhan – Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu

Geçen sene Cemal Reşit Rey’de Türk Flüt Konçertoları konseri yapmıştınız ve konser canlı olarak kaydedilmişti diye hatırlıyorum.

Evet, Ekrem Zeki Ün, Turgay Erdener, Kamran İnce gibi üç jenerasyonun eserleri çalındı ve bunu kaydettik. Bu sayede dünyanın dört bir yanındaki müzisyenlerimiz de bizim bestecilerimiz ve solistlerimiz ile tanışabiliyor.

Harikulade işlere imza atmış ama hiç duyulmamış sayısız müzisyenimiz var. Bu kadar zenginlik içerisinde hâlâ daha çok yolumuz var değil mi?

Var tabi ki çok daha fazla üretmeli ve sesimizin daha çok duyulmasını sağmalıyız. Uzun vadeli projeler bize bu yolda fener olmalı. Karar vericilerin biz uygulayıcılara ve fikir sahiplerine daha fazla alan açmaları ve imkan tanımaları sonuca giden yolu kısaltacaktır.

TURANDOT OPERA REPERTUARININ AIRBUSS’IDIR

Orkestra şefliğine dönmek istiyorum. Nedir bir orkestra şefinin en büyük motivasyonu? Seyirciden aldığı tepki mi, orkestrayla etkileşim mi, yoksa sahnede olmanın tatmini mi?

Eser biter, ben doğrudan seyirciye dönüp bakamam. İlk yaptığım şey; o iki saati birlikte geçirdiğim, o yolu birlikte yürüdüğüm müzisyenlerin gözünün içine bakmak olur. Mutlularsa çok mutluyum. Seyirci her zaman objektif yaklaşmayabiliyor. Genele baktığınızda senfonik dokunun kendisi zaten ihtişamlı ve zaten etkileyici. Ama ben o an yaptığımız şeyin etkisini müzisyenin gözünde arıyorum. Trompetçinin gözüne baktığımda gözlerini hafifçe kapatıp “Oldu bu iş” diyorsa o zaman seyirciye çok daha büyük bir huzurla dönüyorum. Schumann’ın genç müzisyenlere öğütleri vardır. “Yaptığınız işi profesyonellere beğendirin” der. Ben eğer profesyonellere beğendirebiliyorsam o zaman daha mutlu dönebiliyorum seyirciye.

Sizin için beğendirmesi en zor kimdi, kimlerdi?

Kariyerimin ilk profesyonel konseri çok heyecan vericiydi. İlk konserimi Fazıl Say’la verdim. Bu bir orkestra şefi için çok zorlu bir süreçtir. İlk provaya kadarki stresimi anlatamam. İlk defa bir orkestranın önüne çıkıyorum ve karşımda dünyanın en büyük müzisyenlerinden biri var. Üstelik aralarında Zubin Mehta, Paavo Jarvi, Christopher Eschenbach, Gianandrea Noseda gibi yüzlerce orkestra şefiyle müzik yapmış dev bir isim.  

Bunun dışında başka bir stresli anım daha var. Bir gün Ankara Operası’nda Antonio Pirolli beni çağırdı ve dedi ki, “Turandot yöneteceksin”. Turandot da opera repertuarının Airbus’ıdır. Hacim olarak o büyüklükte çok az opera var. Hem uzun, hem yoğun, yüklü. İçinde her şey var. Puccini’nin son operası. “Maestro” dedim, “11 gün var, ben bunu yapamam”. “Çok şanslısın çünkü benim hocam bana 10 gün vermişti” dedi ve çıktı. İşte o 11 gün boyunca nasıl çalıştığımı, kendimi beğendirebilmek ve eseri doğru yönetebildiğimi göstermek, orkestra ve koristlere kendimi aktarabilmek için nasıl bir stres yaşadığımı anlatabilmem çok zor. Ama tabi bu stres sayesinde ne kadar çok şey öğrendiğim de su götürmez bir gerçek.

Mesleğiniz uzun ve meşakkatli bir eğitim, sürekli bir emek yatırımı istiyor. Bunun ne kadarı eğitim, ne kadarı yetenek sizce?

Bizde bir söz vardır; “Orkestra şefliğini öğretemezsin” diye. Teknik bilgi yetmez. Zaten sanatla ilgili bilmen gereken çok şey vardır. Ancak daha da önemlisi; orkestra şefliği insan yönetimidir. Karşınızda en azından 70 kişi oluyor. 70 kişiye fikirlerinizi kabul ettirmek, sizinle birlikte aynı yolda, aynı hedefe yürümelerini sağlamak öğretilebilen bir şey değil. Kimseye insan ilişkilerini dikte edemezsiniz. Bir müzisyene ölçüyü nasıl vuracağını öğretirsiniz ama bu sadece başlangıç noktasıdır. Orkestra şefliğinin bittiği nokta ise işte o insan ilişkilerini öğrendiğiniz andır. 

Murat Cem Orhan: “Sanatımın Bedenimden Uzun Yaşamasını İsterim”
Murat Cem Orhan – Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu
SU GİBİ GİRDİĞİN KABA UYUM SAĞLAYACAK, CIVA GİBİ SAĞLAM DURACAKSIN

Hem bu kadar fazla insan ilişkisini yönetiyor, hem de yaratıcı bir iş çıkarmaya çalışıyorsunuz. Üstelik bunun sıklığı da az buz değil. Her müzisyeni anlamak, derdinizi anlatmak zor olmuyor mu?

Her daim farklı karakterlerle beraber oluyorsunuz. Çalıştığınız sabit orkestralardaki müzisyenleri tanıyorsunuz ama bazen her hafta bir ülkeye gidiyor ve her seferinde yeni bir orkestrayla çalışıyoruz. Ben geçtiğimiz 10 gün içinde üç farklı şehirde, üç farklı orkestrayla çalıştım. Bu da demektir 210 kişi. Her biri birbirinden farklı 210 insan. Çalış stili, algısı ya da müziğe bakışı bambaşka. Orkestra şefi olarak hem su gibi olacak, girdiğin kaba uyum sağlayacak hem de fikirlerin konusunda onları ikna edebilmek için cıva gibi sağlam duracaksın. Bu elbette zor.

Bu bahsettiğiniz beceriler zamanla demlenen şeyler mi?

Tabi. 25 yaşında bir müzisyen olarak verdiğim tepkilerle şu an 43 yaşında verdiğim tepkiler bambaşka. Gitgide yontulduğumu, çok daha düzgün bir şekle geldiğimi düşünüyorum. Her konser benim için bir öğrenme oluyor. Zaten Bernstein da “Orkestra şefi her daim öğrencidir” der.

Bir eserin nasıl çalınacağını, nasıl bir hikaye anlatacağını siz belirliyorsunuz. O fikrin pişmesi için nasıl bir çalışma yapmak gerekiyor?

Sepetinizin çok dolu olması lazım orkestra karşısına çıktığınızda. Yani sadece “Schumann’ın 4. Senfonisi’ni çalıyoruz” demek yetmiyor. O iş bir yerde tıkanıp kalıyor. Schumann’ın bu eseri neden yazdığını, dönemin tarihsel süreçlerini, bestecinin kendi hayatında bu eserin nerede durduğunu anladığınızda bambaşka bir hal alıyor. Çünkü müzik dediğiniz anlatım dili, içine ne kadar genel kültür koyarsanız o kadar derinleşen bir şey. Seyirci bizim çalışma aşamalarımızı bilmez. Sonuçta biz belki o eser için 20 saat prova yaparız. Ama seyirci gelir, iki saat dinler ve gider. İşte biz o 20 saatte eseri ne kadar olgunlaştırabilirsek o kadar güzel sunabiliriz. Seyirci de bunu anlar, yorumun ne denli derin olup olmadığını güdüleri aracılığıyla son derece doğru tespit eder.

Provalardan da önce tahmin ediyorum ki çokça okuma yapmanız gerekiyor…

Tabi. Ben atlıyorum o kısmı çünkü benim için çok doğal bir şey bu. Turandot eseri çalınacak mesela. Siz sadece müziği öğrenmiyorsunuz. Antik mitoloji, Türklerle Çin’in ilişkisi, Puccini neden bu eseri yazdı, nasıl yazdı, neden eseri yarıda bıraktı, yarıda bıraktıktan sonra ne yaptı, gerçekten yarıda mı bırakmak istedi, yoksa yazamadı mı, eseri tamamlayan Alfano nasıl biriydi, hangi form ve armonik dokulara değiyordu… Tüm bunları öğrendiğiniz zaman bir bütün oluyor sizin için. Ve orkestra karşısına geçtiğinizde müzisyenler de size çok daha dolu tepki vermeye başlıyorlar. 

Şu bir gerçek ki biz entelekt dünyanın insanlarıyız. Üstten bakan bir anlayışla söylemiyorum fakat işimiz bunu gerektiriyor. Yaptığımız iş, kol ya da dudak kaslarımızdan daha fazlasını kullanmamızı gerektiriyor. Karşımdaki her müzisyen konservatuar mezunu, enstrümanına çok uzun yıllar yatırım yapmış. Ben onların hayal dünyasını belli bir noktaya çıkartabilirsem o zaman onlar bana karşılığını duyumsal olarak veriyorlar. Bu biraz da metafizik bir şey. Çünkü ben bunu kulaklarımla görebiliyor, gözlerimle duyabiliyorum.

Murat Cem Orhan: “Sanatımın Bedenimden Uzun Yaşamasını İsterim”
Murat Cem Orhan – Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu
BRUGGE’DE PAPAGENO SÖYLEYECEĞİMİ HAYAL BİLE ETMEZDİM

Siz Opera-Şan bölümü mezunusunuz ama caz piyanisti olmak istiyormuşsunuz. Neydi hayaliniz?

Caz piyanisti olmak gibi bir hayalim vardı, evet. İdolüm, Herbie Hancock’tu. Konservatuara gittiğimde 18 yaşındaydım ve bana “Bu saatten sonra caz piyanisti olamazsın” dediler. O müfredata göre 11 -12 yaşında başlaman lazım. “Şan bölümüne gir, orada piyano da çalarsın” dediler. Halbuki ben ağzımı açmamışım o güne kadar. Ama şanslı bir çocuktum. Annem küçükken beni operalara ve senfoni konserlerine götürürdü. Saint Joseph Lisesi’nde de bir müzik hocamız vardı, o da “Üç kere operaya giderseniz size 100 vereceğim” derdi. Bu vesileyle opera ile tanışmıştım fakat performansla ilgili bir fikrim yoktu. Üstelik şarkı söylemeyi sevmezdim de. Üç ders aldım ve nasıl olduysa kazandım. Fransızca bildiğim için İtalyanca’yı kavramam ve parçaları öğrenmem de kolay olmuştu. Şan eğitimim başladıktan sonra da operayı çok sevdim.

Bir süre sonra caz müziği bana virtüözite müziği gibi gelmeye başlamıştı. Öyledir demiyorum, o dönem öyle geliyordu. Klasik müzikse beni daha çok derinlere çekmeye başladı. Girdabın içinde buldum kendimi. Ve o girdabın içerisinde müzikal birtakım fikirlerim olduğunu keşfettim. Beste yapabildiğimi keşfettim. 15 yaşında hiç de bilmeden, orkestra şefi olmak isteyen birinin yapması gereken her şeyi yapmışım. Piyano çalmak, klasik müziği derinlemesine incelemek ve beste yapmaya çalışmak. Sanırım bir şeye aşık olunca hayat da size meyve verdiriyor. Bir gün Brugge’de Papageno’yu, New York’ta çeşitli irili ufaklı yerlerde 15’e yakın baş rolü söyleyeceğimi hayal bile etmezdim. Şancı olarak yarışmalar da kazandım ama elimde sürekli kalem kağıt, yaylı quartet ya da piyano sonatı yazmaya, aryalar bestelemeye çalışıyordum. Kendimi garip bir yolda buldum.

Ve bunlar henüz 20’li yaşlarınızda oldu?

Evet. 23 yaşında İzmir’den İstanbul’a geldim. Yüksek lisansa başladım. Bitince de Amerika’ya gidip Brooklyn College of Music’te okudum. Şan okuyordum, özel opera evlerinde şarkı söylüyordum. Çoğu şarkıcı sadece kendi hatlarını çalışır. Ben orkestra şefinin partitüründen alıp çalışıyordum. Tamamen meraktan yapıyordum. Meraktan şef olmuşum resmen. Ben yalnızca şan hattıyla sınırlı kalmayıp geneli çalışınca böyle bir sonuç oldu. Müziğin güzelliğini yaratan sayısız parametre var ve ben o büyük puzzle’a bakmak istiyorum. Puzzle’ın bir parçası olmak istemiyorum. Bunlar hep güdüsel gelişti  tabi.

Murat Cem Orhan: “Sanatımın Bedenimden Uzun Yaşamasını İsterim”
Murat Cem Orhan – Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu

İLK AFERİN’DE NE HİSSEDİYORSAM BUGÜN DE O

Çok erken yaşta beste yapmaya başlamışsınız ama değil mi?

Lise sonda yaptığım besteler ve yaylı sazlar aranjmanları var. Şimdi çok romantik duyuluyor tabi. Ciddi olarak yaptığım ilk bestecilik çalışmalarım Amerika’dan döndükten sonra İlyas Mirzayev’le başladı. Ondan bestecilik dersleri aldım ve Dr. Nejat Eczacıbaşı Ulusal Beste Yarışması’na katıldım. Jüride Rengim Gökmen, Gürer Aykal, Turgay Aydıner gibi isimler var. Kale gibi jüri.

Konsept de bale süiti. Ben de Kuyucaklı Yusuf’un bale sekanslarını çıkardım. Yani bu kitap bale olsa nasıl olurdu, onu yazdım ve üç bölümlük bir süit halinde besteledim. Birinci oldum. Çok şaşırdım. Hak ettiğimi de düşünmüyordum bu arada. Bence ikinci eser daha güzeldi. Ama tabi motive de oldum. Bir sonraki yarışmada bu sefer konsept aryaydı. Onda da birinci oldum. Benim çok iyi bildiğim iki branşta art arda birincilik ödülüne layık görülünce daha çok müzik yazmaya karar verdim. Kuvayı Milliye’yi besteledim. Ardından Ölmeme Günü ve sonra aryalar… 

Bütün bunların ardında 15-16 yaşlarında müziğin büyüsüne kapılmış bir çocuk var. Yıllar içerisinde müziğe bakış açınız değişti mi?

Çok enteresan ama 15 yaşında ne hissediyorsam şu an da onu hissediyorum. Hiçbir değişiklik yok. Aynı heyecanla o piyanonun başına oturuyorum. Bir şey yapabildiğimde aynı çocuksu neşeyle telefonu açıp anlatıyorum. Bir alkış geldiğinde aynı şekilde çocuk gibi mutlu oluyorum. 8 yaşında başladım piyano çalmaya, ilk Aferin’de ne hissediyorsam bugün de o. Yapamadığım ilk anda ne kadar kırıldıysam bugün de öyle.

Murat Cem Orhan: “Sanatımın Bedenimden Uzun Yaşamasını İsterim”
Murat Cem Orhan – Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu

Sizi bir süredir hep CRR’deki işleriniz ve konserlerinizle görüyoruz. Besteci kimliğiniz geride mi kaldı?

Bestelerimi çalmaya devam ediyorum ama CRR’nin kendi akışındaki yoğunluğu sebebiyle beste yapmaya ara verdim. 

Özlüyor musunuz?

Özlem birikime neden oluyor ki günün birinde illa ki dışa vururum ve güzel olur. Söylemediğim için zannetmeyin ki onlar beynimin içinde dönmüyor. Çok güzel bir iki tane proje var. Aslında her ne kadar elime kağıt kalem almasam da günümün önemli vakitlerini bunu düşünerek geçiriyorum. Besteciliğin önemli bir bölümü de bu “daydreaming” hali zaten. Oturuyorsunuz ve boşluğa bakıyorsunuz. Olan da o boşluğa baktığınız anda oluyor. Ben de hep onu sıcak tutuyorum.

Sizin için top noktası neresi?

İşimin doruğu sanırım sanatımın evrenselleşmesi, bedenimden daha uzun yaşaması olacaktır.