Yüzyılın Hafızası: Caz Tarihinden 25 Arşivlik Kayıt
Miles Davis’in Kind of Blue’sundan Kamasi Washington’ın kozmik evrenine: Caz tarihinden 25 arşivlik kayıt.
Yüzyılı aşan caz tarihini 25 albüme sığdırmak, okyanusu bir bardağa doldurmaya benziyor. Ama bazen bir bardak su da denizin tadını almak için yeterli olabilir. Bu liste, cazın o geniş evreninde bir başlangıç rotası. Ne akademik bir arşiv ne de didaktik bir yönlendirme. Belki sadece yazarın kişisel arayışından çıkan notlar dizisi olarak yorumlamak gerek. Yüzyılın hafızasında yer etmiş kırılım anlarından, stüdyo kayıtlarının sessizliğinden, canlı performansların elektriğinden süzülüp gelen 25 an. Kimi zamansız bir klasik, kimi sessiz bir devrim, kimi de hâlâ keşfedilmeyi bekleyen hazine.
Ve caz, aslında tam da bu tür anların müziği. Miles Davis’in Kind of Blue’yu kaydetmeden önce müzisyenlere notaları vermeyip “hissedin” demesi, Billie Holiday’in Lady in Satin için stüdyoya girdiğinde ışıkların kısılmasını istemesi, ya da Keith Jarrett’ın vasat bir piyanoda tarihinin en büyük konserini vermesi… Caz tarihi bunun gibi anlarla dolu. Ve bu anları anlamak için bazen sadece dinlemek yeterli. Burası bir başlangıç noktası. Devamı ise… Sizin playlistinizde şekillenecek.
Miles Davis – Kind of Blue (1959)
Miles Davis, bu albümle yalnız cazı değil, baştan aşağı modern müziği yeniden tanımladı diyerek başlarsak sanıyoruz hiç de abartılı olmaz. Efsanevi müzisyenin Bill Evans, John Coltrane ve Cannonball Adderley gibi usta isimlerle birlikte kaydettiği Kind of Blue, minimalizmin gücünü, boşlukların estetiğini ve sesin/sessizliğin anlamını teyit eder nitelikte. Bu yüzden onu sadece bir caz albümü olarak tanımlamak hafif kalır. Müzik tarihinin en saf kırılım anlarından birine denk düşüyor. Albümün efsanevi Columbia Stüdyoları, 30th Street Studio’da kaydedilmiş olması da önemli bir detay. Müzisyenler arasında The Church olarak anılan mekan, 15 metrelik tavan yüksekliği, mükemmel akustiğiyle Kind of Blue gibi sayısız unutulmaz eserin doğumuna sahne oldu.

John Coltrane – A Love Supreme (1965)
Sadece bir günde kaydedilmiş bir albümün bu denli büyük bir etki yaratacağını kim tahmin edebilirdi ki? Ama söz konusu bir müzik dehası olunca şaşırtıcı olan her şey olağanlaşıyor. Coltrane’in Tanrı’ya duyduğu minnetin notalarda vücut bulduğu bu dört bölümlük süit, spiritüel cazın kutsal kitabı sayılıyor. Elvis Jones, McCoy Tyner ve Jimmy Garrison’ın eşliği ise Coltrane’in içsel aydınlanmasına ruhani bir derinlik kazandırıyor.

Billie Holiday – Lady in Satin (1958)
Hayatının son yılında, kırılmış kalbi ve yorgun bedeniyle mikrofonun başına geçen Billie Holiday, belki de kendi hikâyesini son kez anlatıyordu. Columbia Stüdyoları’nda kaydedilen Lady in Satin’de Holiday’in sesi artık pürüzsüz değil. Ama mikrofondan yankılanan her çatlakta acısına rağmen zarafetle ayakta duran kadını duymak mümkün. Albümün açılışını yapan “I’m a Fool to Want You” ise kuşkusuz kaskatı kalpleri bile hüzne boğacak cinsten. Caz tarihinin en dokunaklı albümlerinden biri olan Lady in Satin’i bir de Holiday’in bu dünyaya bıraktığı son notu olarak dinlemekte yarar var.

Kamasi Washington – The Epic (2015)
Üç saatliğine bir müzikal evrenin kapılarını aralamaya hazır mısınız? Kamasi Washington’ın
20 kişilik orkestra, koro ve yaylılarla birlikte kaydettiği albüm, cazı kozmik bir boyuta taşıyor. Coltrane’in ruhunu çağrıştırdığını düşünüyorsanız yanılmıyorsunuz. Washington, Coltrane’den aldığı ilhamı hip-hop, funk ve orkestral caz esintileriyle geliştiriyor. Üstelik çok daha politik bir anlatıyla. Çünkü Washington’ın asıl derdi müzikal değil, kim olduğumuzu hatırlamak. Dinlerken büyülenmemek elde değil.

Ella Fitzgerald & Louis Armstrong – Ella and Louis (1956)
Caz tarihinin en zarif albümlerinden biri olan Ella and Louis, iki efsanenin muhteşem müzik ziyafetinin yanı sıra hissettirdiği sıcacık duygularla da öne çıkıyor. Fitzgerald’ın kristalize sesiyle Armstrong’un davudi tonu birbirine karışıyor ve adeta bir ev sıcaklığı yaşatıyor. Kuşkusuz Oscar Peterson Trio’nun kusursuz eşliği de bu iki dev ismin samimi diyaloguna mükemmel bir zemin hazırlıyor. Harikulade bir ilişki gibi, dinlerken bile mutlu ediyor.

Charles Mingus – The Black Saint and the Sinner Lady (1963)
Kabul etmekte fayda var, altı bölümlük bir eserden oluşan The Black Saint and the Sinner Lady, caz dinlemeye antrenmanlı değilseniz zorlayıcı olabilir. Zira bu eser aslında bir bale suiti olarak yazıldı. Her bölüm ayrı bir ruh halinin yansıması. Albüm bu anlamda Mingus’un içsel çalkantılarını müziğe dönüştürdüğü bir caz senfonisi. Bu arada albüm kartonetinde kendi psikiyatristi ve yakın arkadaşı Edmund Pollock’un da bir yorumu olduğunu hatırlatalım. Bu bile eserin ne kadar kişisel ve derin olduğunu kanıtlıyor. Haliyle dinlemesi de emek istiyor.

Chet Baker – Chet Baker Sings (1954)
Trompetin naif şairi Chet Baker, bu albümde yalnızca çalmıyor, söylüyor da… 1950’lerin başında Batı yakası cazının simgesi haline gelen Baker, burada trompetin soğukkanlı zarafetini sesiyle bütünleştiriyor. My Funny Valentine yorumundaki kırılganlık kuşkusuz albümün domino taşı. Ancak diğer parçaları da gözden kaçırmamak gerekiyor. Sanki her notası bir itiraf, her nefes bir bekleyiş. Baker’ın bu albümden sonra eleştirmenlerden vokaliyle ilgili “teknik olarak kusurlu ama büyüleyici” yorumlarını aldığını hatırlatmakta fayda var. Zira duygunun tekniği aştığı örneklerden sadece bir tanesi.

Thelonious Monk – Monk’s Dream (1963)
Columbia etiketiyle yaptığı ilk kayıt olan Monk’s Dream, Thelonious Monk’un olgunluk döneminin birebir aynası olarak tarif edilebilir. Köşeli akorları, beklenmedik sessizlikleri ve zamanlamadaki o kasıtlı dengesizliği, müziğinin özgürlükçü yanının altını çiziyor. Charlie Rouse’un saksofonu, Monk’un piyanodaki keskin mizahına kusursuz bir karşılık veriyor. Cazda “yanlış” notaların aslında ne kadar doğru olabileceğini gösteren Monk’s Dream, modern cazın düşünme biçimini değiştiren albümlerden sayılıyor.

Nina Simone – Pastel Blues (1965)
Albümü müzikal olarak değerlendirmeden önce Simone’un hayatında nasıl bir döneme denk geldiğini hatırlamakta fayda var. 1965 yılı Simone için bir dönüm noktası: özel hayatındaki fırtınalar, ruhsal çöküşün eşiği ve artan politik baskılar arasında artık sadece bir sahne yıldızı değil, direnişin sesi olmuştu. Depresyonla mücadele ediyor, aynı zamanda sivil haklar hareketine verdiği destek nedeniyle tehditler alıyordu. Tam da böyle bir dönemde kaydedilen Pastel Blues, çatırdayan bir ruhun içler acısı yankısı gibi. Strange Fruit’un sözlerindeki pastoral manzaranın ardında ırkçılığa isyan ediyor, Sinnerman’de 10 dakikalık bir ayinle iç hesaplaşmasını haykırıyor. Pastel Blues, bu anlamda Simone’un cazı bir vicdan diline dönüştürdüğü, müziğin toplumsal ve ruhsal sınırlarını yeniden çizdiği bir başyapıt.

Dave Brubeck Quartet – Time Out (1959)
Columbia Stüdyoları’ndan çıkmış bir başyapıt daha. Time Out, cazın ritmik kalıplarını yerinden oynatan albüm olarak müzik tarihinde ayrı bir yere konumlanıyor. Zira 5/4, 9/8 ve 7/4 gibi alışılmadık ölçülerle yazılmış parçaları, o zamana dek cazın “salınım” hissine dayanan yapısını tamamen dönüştürerek bambaşka bir müzik formunun anahtarını sunuyor. Albüm birçok dinleyici için kuşkusuz Take Five demek. Paul Desmond’ın parçadaki saksafon solosu, teknik ustalıktan çok ritmik zekânın şiirsel formu gibi. Quartet’in yaratıcısı Brubeck, albümde cazın karmaşıklığını erişilebilir, anlaşılabilir bir zarafetle sunuyor. Time Out, bu anlamda modern cazın kapısını açmakla kalmıyor; dinleyiciye müzikal bir antrenman alanından nasıl keyif alınabileceğini gösteriyor.

Maffy Falay – Sevda (1970)
İsveç’te kaydedilen Sevda, Türk melodilerini Avrupa cazına taşıyan ilk köprülerden biri. Ahmet Muvaffak Falay ya da dünyanın bildiği ismiyle; Maffy Falay’ın trompeti, makam temelli ezgilerle modern caz armonisini bir araya getirirken, İsveçli ve Türk müzisyenler Doğu ile Batı arasında şiir gibi bir diyalog kuruyor. Sevda’yı yalnızca bir albüm olarak görmemek gerek; göçmenlik, aidiyet ve kültürel kimlik üzerine kurulmuş duygusal ve müzikal bir hatırat demek daha doğru olur. Anadolu’nun hüznü, İskandinav cazının berraklığıyla buluşuyor; Falay’ın trompetindeki tonu ise bu iki dünyanın arasında asılı duran özlemini anlatıyor. Türk cazının dünyaya açıldığı o ilk kapıyı ara ara hatırlamakta fayda var.

Sarah Vaughan – Sarah Vaughan with Clifford Brown (1954)
Lullaby of Birdland gibi bir klasikle açılan albüm, iki virtüözün tek seferlik kusursuz buluşması. Vaughan’ın sesi, o dönem caz vokalin sınırlarını neredeyse klasik müzik düzeyinde bir teknikle zorlarken, Clifford Brown’un trompeti kristal berraklığında bir duyarlılıkla ona eşlik ediyor. Albümü tek kelimeyle özetlemek gerekse bu muhtemelen ‘denge’ olurdu. Zira romantizm ve disiplinin bir tahterevalli üzerindeki dansını izlemek gibi bir his veriyor. Bu kayıttan yalnızca iki yıl sonra Brown’un hayatını kaybetmesi ise kuşkusuz albümün melankolisini birkaç kat artırıyor.

Stan Getz & João Gilberto – Getz/Gilberto (1964)
Astrud Gilberto’nun neredeyse fısıltıya dönüşen vokali, Stan Getz’in ipeksi saksofonu, sıcak bir akşamüstü rüzgârında birbirine karışıyor gibi. Evet, bu sadece bir his değil, tüm albümün anlatısı. Bossa nova, Brezilya sahillerinden çıkıp dünyanın müzik sahnesine bu albümle adım attı. The Girl from Ipanema’nın en ön safta durduğu albümün iddiasını anlamak için o döneme gitmekte yarar var. Getz/Gilberto, 1965’te Grammy’de “Yılın Albümü” ödülünü kazanarak caz dışındaki türlerle rekabet eden ilk caz albümü oldu.

Keith Jarrett – The Köln Concert (1975)
Jarrett’ın Köln konser albümü, tek bir piyanonun sınırlarını zorlayan doğaçlama bir performanstan oluşuyor. Ancak bu konserin büyüsü yalnızca müzikte değil, koşullarında da saklı: Jarrett yanlışlıkla sahneye düşük kaliteli bir piyano gönderildiğini öğreniyor; tuşları sert, pedalları kusurlu. Buna rağmen sahneye çıkıyor ve tüm kusurları avantaja çeviriyor; ses aralıklarını yeniden keşfediyor, melodileri sanki piyanoyla konuşurcasına dönüştürüyor. Hatalarla dolu bir anın bile ne kadar güzel olabileceğini hatırlatan bir başyapıt.

Duke Ellington – Ellington at Newport (1956)
Yaşayan bir efsanenin ikinci baharına tanık olmaya hazırsanız hemen Ellington at Newport albümünü açın. 1950’lerin ortasında caz dünyası genç isimlerle dolup taşarken, Ellington artık geçmişin bir efsanesi olarak görülmeye başlamıştı. Ta ki Newport Caz Festivali’nde sahneye çıkıp tüm salonu ayağa kaldırana kadar. Saksofoncu Paul Gonsalves’in Diminuendo in Blue solosu, caz tarihinin en unutulmaz anlarından biri haline geldi. Ellington bu performansla yalnızca kendi kariyerini değil, big band cazın itibarını da yeniden canlandırdı. Oldukça enerjik bir albümle birlikte cazın sahnedeki büyüsünün ölümsüz bir belgesi.

Art Blakey & The Jazz Messengers – Moanin’ (1958)
1950’lerin ortalarında caz, bebop akımıyla birlikte karmaşık, teknik ve entelektüel bir hâl almış, herkesin dinleyip dans edebildiği bir müzik olmaktan çıkmıştı. Halkın müziği artık sadece kulüplere taşınmıştı ki Blakey ve the Jazz Messengers, bu albümle onu yeniden sokağa çıkarmayı başardı. Lee Morgan’ın parlayan trompeti, Benny Golson’un melodik zekâsı ve Blakey’nin öfke ve coşkuyu harmanlayan davul performansıyla albüm hard bop’un manifestosunu yayınlamış oldu. Moanin’ bu anlamda sadece bir parça değil; bir çağrı, asi ruhların, blues’un ve sokak ritminin tek ses olduğu bir marş.

Norah Jones – Come Away With Me (2002)
Norah Jones’un Blue Note etiketiyle yayımlanan ilk albümü, 2000’lerin başındaki kalabalık müzik dünyasında sessiz bir devrim gibiydi. Bu yumuşacık, melankolik ses, akustik gitarlar ve piyanoyla birleşerek cazın samimi, dingin, duygusal tınılarını bütün dünyaya duyurmayı başardı. Üstelik ortada ne virtüözlük ne de bir iddia söz konusuydu; sadece Jones’un naif müziğiyle kurulan samimi bir bağ. Albüm dünya çapında milyonlar sattı ve sanatçıya tam sekiz Grammy kazandırdı.

Wayne Shorter – Speak No Evil (1966)
Speak No Evil, cazın modern döneminin en gizemli kayıtlarından biri olarak düşünülebilir. Bebop’un karmaşık zekâsıyla, modal cazın özgürlüğünü birleştiren post-bop dönemin doruk noktası kabul ediliyor. Shorter burada müziği yalnızca çalınan değil, düşünülen bir dil hâline getiriyor. Besteleri gölgelerle dolu; melodiler tanıdık geliyor ama asla tamamen çözülemiyor. Piyanoda Herbie Hancock, trompette ise Freddie Hubbard var. Zamansız bir derinlik bulacağınız kesin.

Wes Montgomery – The Incredible Jazz Guitar of Wes Montgomery (1960)
Bazı isimler var ki böyle bir listenin olmazsa olmazı. Ancak sorun şu ki; listeye gireceği eser ya da albümü seçmek bir hayli zor. Montgomery de bu isimlerden biri elbette. Gitarı bir insan gibi dile getirmeyi başaran ilk caz virtüözlerinden biri. Pena yerine başparmağını kullanarak çıkardığı o yumuşacık tınılar, caz gitarının karakterini kökten değiştirdi. Bu albüm şüphesiz bir klasik. Hem teknik hem duygusal açıdan kusursuz. Müzik platformlarında en çok dinlenen parça In Your Sweet Way olsa da bir ders niteliğindeki Four on Six’i es geçmemek gerekiyor.

Bill Laurance – Live at the Union Chapel (2016)
Cazın modern yüzlerinden Bill Laurance’ın, Live at Union Chapel’de müziği laboratuvar ortamından çıkarıp ruhani bir alana taşıdığı kesin. Londra’daki tarihi kilisede kaydedilen bu canlı performans, Laurance’ın piyanosuyla yarattığı efsunlu gücü en yalın hâliyle ortaya koyuyor. Analog synth’ler, ambient dokular ve akustik piyano, sahnenin doğal yankısıyla birleşerek hipnotik bir denge kuruyor. Albümün yıldızı ise şüphesiz December in New York.

Esbjörn Svensson Trio – From Gagarin’s Point of View (1999)
Böyle bir listede Esbjörn Svensson’u es geçmek olmaz. Zira belki de yeteneğine en doyulamamış isimlerden biri. 2008’deki erken ölümü Avrupa cazı için yeri doldurulamaz bir kayıp olsa da kuzey cazının önünü açan en önemli figürlerden biri. Trio’nun 1999 yılında yayınladığı From Gagarin’s Point of View, grubun dünya sahnesine açıldığı albüm olarak kabul ediliyor. Albümle aynı adı taşıyan parça başta olmak üzere genelinde sinematik bir atmosfer hakim. Svensson burada virtüözlüğü değil, kuzeyin soğuk yalnızlığının yanında insanın büyülü duygu dünyasını bir araya getiren bir denge yakalıyor.

Christian Scott aTunde Adjuah – The Emancipation Procrastination (2017)
Öncelikle bir hatırlatma yapalım, Christian Scott aTunde Adjuah artık yok. O artık, Chief Xian aTunde Adjuah. Müziğini anlamadan önce Adjuah’nın bu kimlik arayışını kavramakta yarar var. 2017’de yayınlanan üçlemenin kapanışı olan The Emancipation Procrastination ise tam da bu arayışın olgunlaştığı döneme denk geliyor. Trompetin herhangi bir enstrümandan çok bir hafıza aracına dönüştüğü eserler dizisi diyebiliriz. Adjuah, New Orleans köklerinden Afrika diasporasına uzanıyor, politik değil ruhsal özgürlüğünün peşine düşüyor ve bunu adeta bir müzikal tören olarak sunuyor. Her notada geçmişle bugünü uzlaştırıyor; trompetiyle yalnızca melodileri değil, belleğin sesini de özgürleştiriyor.

Lars Danielsson – Liberetto (2012)
Danielsson’un tek bir albümünü seçmek oldukça zor bir karar. Zira her albümü, her konseri, her eseri başlı başına zihinsel bir açılım. İskandinav cazının en duygulu simalarından biri. Liberetto ise hikayesinin en dokunaklı anlarından. Cazı virtüözlükten kurtarıp insani bir alana taşıyan ünlü isim, bu albüm kaydında Magnus Öström, Tigran, John Parricelli gibi isimlerle bir arada. 2014 yılında piyasaya çıkan Liberetto II ise tadı damakta kalmış bir hikayeyi alıp bambaşka bir yere taşıyor. Albümdeki Grace’in Esbjörn Svensson’a ithaf edildiğini de not düşmek lazım. Kırılgan melodisiyle bir dostun arkasından yazılabilecek en duygulu ağıt.

Mulatu Astatke – The Story of Ethio Jazz (1969)
1969 yılına geri gidiyoruz. Addis Ababa’da yapılan bu kayıt, Etiyopyalı besteci ve vibrafoncu Mulatu Astatke’nin caz tarihine bıraktığı en kalıcı izlerden biri. Batı cazının armonik yapısını, Etiyopya’nın geleneksel pentatonik melodileriyle kaynaştırarak tamamen yeni bir türle tanıştırıyor: Ethio-jazz. Albümde yer alan Yekermo Sew, Mulatu ve Dewel gibi parçalar, bu türün en önemli ürünlerinden. Bu anlamda albümü yalnızca bir derleme olarak düşünmemek lazım. Afrika cazının kimliğini bulduğu ana şahit oluyor gibiyiz.

Ibrahim Maalouf – Diagnostic (2011)
Yıllar içinde sayısız kez onun bir parçasıyla kalbinizde o tanıdık sızıyı hissetmiş olabilirsiniz. Zira kendisi Arap makamlarıyla birleştirdiği klasik caz doğaçlamalarını bir anahtar gibi kullanıyor, insan ruhunun el değmemiş yerlerine nüfuz ediyor. Paris’te doğup Beyrut’un gölgesinde büyüyen trompet virtüözünün Diagnostic albümü ise hikayenin başlangıç noktası sayılabilir. Trompetin konuşmaktan öte ağladığı, haykırdığı, coşkuya ses olduğu bir albüm kaydı.

25 albümle hikaye elbette burada bitmiyor. Kimi tanıdık gelecek, kimi şaşırtacak, kimi belki hiç anlaşılmayacak sayısız albümle devam ediyor. Kulağınızı cazın rüzgârına verdiğiniz sürece rota sürekli güncelleniyor ve hiç bilmediğiniz evrenlere açılıyor.
Kapak fotoğrafı: William P. Gottlieb/Ira and Leonore S. Gershwin Fund Collection, Music Division, Library of Congress.