
Ölüm; insanın üzerine pek de düşünmek istemediği bir olgu. Ancak iş mezarlık tasarımına gelince bir mimar için son derece çekici bir alan olduğu da kesin. Evren Öztürk, Calumeno Mozolesi tasarımıyla Türkiye’de benzersiz bir mimari deneyimin arkasındaki isim.
Önümüzde mimari açıdan pek de alışık olmadığımız bir tasarım var. Hemen sormak istiyorum. Nasıl geldi bu proje size?
Proje, iş insanı ve koleksiyoner Orlando Calumeno’dan geldi. Kendisiyle uzun yıllardır çalışıyoruz. Orlando Bey, Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemlerine ait çok kapsamlı bir koleksiyona sahip; içinde binlerce kartpostalın, belge ve gündelik eşyanın yer aldığı oldukça zengin bir arşivi var. Geçmişte, bu koleksiyonun kısmen sergileneceği ve satılacağı bir alan ihtiyacı doğduğunda, Nişantaşı Hak Pasajı’nda 3×3 metre ölçülerinde küçük dükkânlar tasarlamıştık. Bu çalışmalar sonrasında kurulan karşılıklı güven, zamanla daha kişisel ve özel bir projeye, Calumeno Aile Mozolesi’ne evrildi.

3 metreye 3 metre ölçüsüne özellikle vurgu yapmanızın bir nedeni var mı?
Evet, çünkü bahsedeceğimiz mozole de aynı taban alanına sahip. O küçük dükkanları yaparken bir gün aynı ebatlarda mozole de tasarlayacağımı hayal etmedim tabi. O zamandan sonra da birçok işini yaptık Orlando Bey’in. Sonra bir gün geldi ve “İlginç bir şey yapacağız,” dedi. Kendisi ve ailesi için mozole tasarlamamı istedi.
Bu Müslümanlık’taki aile kabristanına benzer bir yapı mı?
Evet, oldukça benzer. Beş kişilik bir anıt mezar olarak tasarlandı. İslam kültüründeki karşılığı türbe diyebiliriz. Hem tabutların yerleştirildiği bir odası olan hem de dua etmek için ziyaret edilen bir mekân olarak düşünüldü.


Bir mimar olarak daha önce hiç böyle bir projeyle karşılaştınız mı? Sizce bu tür işler mimarlık pratiğinde ne kadar yaygın?
Açıkçası bugüne kadar yalnızca bir-iki mezarlık yarışması açıldığını hatırlıyorum. Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İstanbul’un Mezarları Tasarım Yarışması oldu; bunlar genellikle Müslüman mezarlıkları üzerineydi. O yarışmalarda gerçekten nitelikli projeler üretildi. Ancak doğrudan bir Katolik mozole tasarımıyla ilgili bir iş ya da yarışmayla karşılaşmadım. Bu tür yapıların Türkiye’de oldukça nadir olduğunu düşünüyorum. Hem mezarlık tipolojisi hem de kültürel bağlam açısından mimarlık pratiğinde çok sık karşılaşılan bir alan değil. Bu nedenle böyle bir projeyle çalışmak benim için oldukça ilginç bir deneyim oldu.

Anıt mimarisi mimarlık eğitiminde ele alınan bir konu mu?
Genel olarak temel bir konu değil; genellikle seçmeli dersler arasında da yer almaz. Ancak bazı stüdyo projelerinde, hocanın inisiyatifine bağlı olarak konu şeklinde verilebilir. Örneğin bir mezarlık ya da anıt yapısı tasarımı, proje temasına göre gündeme gelebilir. Ben kendi eğitim sürecimde doğrudan mezarlık konulu bir proje duymadım, ama sonuçta her yapı türü gibi mezarlıklar da tasarlanabilir.
Merak ediyorum. Bu tür bir yapının brief’i size nasıl geldi? Süreç nasıl şekillendi?
Aslında süreci anlatmadan önce, bir mozolenin hangi ihtiyaçlara yanıt vermesi gerektiğinden bahsetmek daha doğru olur. Projenin başında Orlando Bey, nasıl modern bir mozole tasarlanabileceği ve geleneksel öğelerin nasıl yorumlanacağı konusunda bana güvendi. Bu çerçevede tasarımın yönünü belirlemek bana bırakıldı.
İşlevsel olarak ise belli başlı ihtiyaçlar vardı: Mozoleler aslında küçük birer şapel gibidirler. Çoğunun zemin kotunda ziyaretçilerin sevdiklerini anmak için bir alan bulunur. Zemin altı kotunda ise tabutların yerleştirildiği özel bir bölüm yer alır. Bunun dışında Feriköy Latin Katolik Mezarlığı’nın size sınırlandırdığı yapının genel boyutları gibi kriterler vardı.
Teknik bağlamda özellikle doğal havalandırma konusu önemliydi çünkü Latin Katolik mozolelerinde genellikle doğrudan toprağa gömülme söz konusu değil. Mühürlü bir çinko tabut, ahşap bir tabutun içine yerleştirilir ve bu şekilde muhafaza edilir. Bu nedenle hava sirkülasyonunu sağlamak ve iç ortam kalitesini korumak gerekiyordu. Yani aslında oldukça net ve spesifik teknik bir brief vardı. Tüm bunların dışında kalan mimari kararlar ise bana bırakıldı. Bu da projeyi hem çok heyecan verici hem de bir o kadar sorumluluk gerektiren bir deneyime dönüştürdü.

Bu konu birçok insan için düşünülmesi bile zor bir mesele. Bir mimar olarak böyle bir projeyle karşılaştığınızda ne hissettiniz?
Her ne kadar ölümle doğrudan ilişkili bir konu olsa da, ilk hissettiğim şey mimar olarak heyecandı. Çünkü mimarlık pratiğinde çok fazla karşılaşılmayan, cesaret isteyen bir alan bu. Bu kadar az işlenmiş bir konuda düşünmeye açık bir müşteriyle karşılaşmak, ölüm ve ritüelleri mimari düzlemde ele alabilecek biriyle çalışmak beni gerçekten etkiledi. Birinin bu kadar kişisel ve hassas bir meseleyi bir mimarla konuşmayı önemsemesi ve buna özen göstermesi, projeye başlarken büyük bir motivasyon kaynağı oldu.
Daha önce hiç çalışmadığınız bir konuda mimarlık pratiğiniz nasıl devreye giriyor?
Aslında çoğu projede başlangıçta her şeyi bilmemiz beklenmez. Mimarın rolü, bilmediği konularda doğru soruları sorarak, doğru kişilerle iş birliği kurarak ve ihtiyaçları analiz ederek süreci tasarlamaktır. Bu projede de aynı yaklaşımı benimsedim. Konuya dair başlangıçta kapsamlı bir bilgim yoktu, ama bu mezarlık üzerine çalışmaları olan tarihçi Rinaldo Marmara, Orlando Bey, mezarlık görevlileri ve levazımatçılar ile yaptığım görüşmeler sayesinde yapının hem ritüel hem de mekânsal ihtiyaçlarını anlayarak tasarımı geliştirdik. Mesele, bilgiye sahip olmaktan çok, o bilgiyi oluşturacak süreci yönetebilmek aslında.

İnançların da devrede olduğu bu tip projelerde dini kurallar ya da sınırlandırmalarla karşılaştınız mı?
Elbette, ailenin dini inançları vardı ve bu inançlara saygılı, mesafeli bir yaklaşım benimsedik. Ancak doğrudan bir dini yasak ya da tasarımı yönlendiren katı bir kısıtlamayla karşılaşmadım. Asıl sınırlamalar daha çok teknikti: Örneğin yapının 3×3 metre gibi net bir alana oturması gerekiyordu. Bu ölçüler içinde, yapıya ne kadar yükseklik kazandırabiliriz, zemini ne kadar kazabiliriz, nasıl bir mekânsal derinlik yaratabiliriz gibi sorular üzerinden ilerledik. Dolayısıyla inançlardan kaynaklanan bir engel değil, yapının fiziksel ve teknik sınırları belirleyici oldu.
Tasarımda ana kriterleriniz neydi?
Tasarım sürecinin temelinde, mozolenin yer aldığı Feriköy Latin Katolik Mezarlığı’nın mimari dokusu vardı. Bu mezarlıkta, İstanbul’un eski Levanten ailelerine ait çok sayıda karakteristik mozole bulunuyor. Üçgen alınlıklar, kırma çatılar, altlarında prizmatik kütleler ve belli gabari ölçüleriyle bu yapılar, bizim için önemli bir referans noktasıydı. Bazılarını örnek vermek gerekirse, Rossi, Scotto ve Castelli ailelerine ait mozoleler dikkat çekici olanlardan sadece bazılarıydı. Bu yapılar üzerinden hem biçimsel sürekliliği gözlemledik hem de mezarlığın genel atmosferine saygı gösterme hedefiyle hareket ettik. Dolayısıyla, mevcut dokuyu bozmamak ve bu mimari süreklilik içinde çağdaş bir yorum getirmek, tasarımın en belirleyici kriterlerinden biri oldu.


Modern malzemeler ve uygulamalara rağmen mezarlığın dokusunu bozmamayı nasıl başardınız?
Tasarımın temelini, mezarlığın mevcut diline ait iki ana form oluşturdu: üçgen alınlık (pediment) ve altındaki prizmatik kütle. Bu form, mezarlıkta sıkça karşımıza çıkan mimari bir kompozisyondu ve biz de bu sürekliliği korumayı hedefledik. Malzeme seçiminde de aynı hassasiyetle ilerledik. Mezarlığın genelinde kullanılan Marmara mermerinden vazgeçmedik. Çünkü bu malzemenin zamanla nasıl yaşlandığını, nasıl karardığını, yosunla nasıl kaplandığını biliyoruz. 100 yıl sonra bile aynı eskime izlerini taşıyacak bir yüzey etkisi istedik; bu da yapının çevresiyle uyumlu kalmasını sağladı. Ayrıca ritüel öğeler de dikkatle yerleştirildi: girişte çiçek bırakılabilmesi için iki yanda saksılar, içeride mumluklar ve elbette bir haç yer alıyor.
Bu mezarlıkta bir mozole inşası en son ne zaman gerçekleşmişti?
Calumeno Mozolesi, bu mezarlıkta Cumhuriyet döneminden sonra yani yaklaşık 100 yılın ardından tasarlanarak sıfırdan inşa edilen ilk özgün mozole oldu.


Peki hangi noktada ayrışıyor proje?
Kabaca yapının nasıl kurgulanacağı netleştikten sonra, projenin karakterini belirleyecek detaylar üzerine düşünmeye başladık. Bu ayrışma noktalarından en önemlisi, dış cephede kullandığımız kaset panellerdi. Bu elemanlar, yalnızca yüzeysel bir doku değil; aynı zamanda yapıya karakterini veren bir mimari yapıtaşı oluşturdu.
Bu kasetlerle, ailenin İtalyan kökenine bir gönderme yapmak istedik. İlham kaynağımız Roma’daki Pantheon’un iç kubbesindeki kasetleme sistemiydi. Orada kasetler, hem strüktürel hafiflik sağlamak hem de yüzeyde ışık-gölge derinliği yaratmak için kullanılıyor. Biz de benzer bir şekilde, bu kademelenmiş yüzeyler aracılığıyla cephede ritmik bir ışık oyunu elde etmeyi amaçladık. Sonuç olarak bu kasetleme, mozolenin mimari karakterini belirleyen özgün bir ifade biçimine dönüştü.
Yataylık ve dikeylik gibi kavramlar yapının mimari kurgusunda nasıl bir yer tuttu?
Bu projede yataylık, faniliğe; dikeylik ise hem toprak altı hem de gökyüzüyle kurulan ilişki üzerinden anlam kazandı. Yani yatay olan, bu dünyaya ve geçiciliğe işaret ederken; dikey olan, yaşam ötesine, ruhani olana yöneliyor.
Dış cephedeki kasetlerin dikey olarak tasarlanması, yapının algısal yüksekliğini artırdı ve bu dikey vurgu, yapının anlam dünyasını güçlendirdi. Benzer şekilde, yukarıdan gelen ışığı içeri alan tepe ışıklık (skylight) da bu dikey ilişkiyi pekiştiren önemli bir unsurdu. Bu açıklıktan gelen ışığı yönlendirerek iç mekânda sonsuzluk hissi veren bir atmosfer yaratmayı amaçladık. Hem sembolik hem de mekânsal olarak dikey eksen, yapının taşıyıcı anlam katmanlarından biri haline geldi.

Mozoledeki haç formu ne şekilde kurgulandı?
Kaset cephe sistemini tasarladıktan sonra, bu kasetlerin en derin noktasında bir yarık açarak ışığı oradan içeri alma fikri ortaya çıktı. Bu açıklık sayesinde içeride haç formunda bir ışık izi oluşuyor. Böylece mozoleye giren ziyaretçiyi ışıkla tanımlanmış bir haç karşılıyor; iç mekândaki atmosfer, dış cephedeki kasetlerin ışık geçirgenliğiyle şekilleniyor.
Bu karar, mimarlık tarihinin güçlü örneklerinden biri olan Tadao Ando’nun Işık Kilisesi ile doğal olarak bir bağ kuruyordu. Işık ve betonarmenin birlikteliğini bu kadar sade ve etkileyici biçimde gösteren bir yapı varken, onun varlığını göz ardı etmek mümkün değildi. Biz de bu referansı sahiplenerek, haç formunu betonarme döküm sırasında kalıpta doğrudan bıraktık; böylece haç sadece sembolik değil, aynı zamanda yapısal bir öğeye dönüştü.

Proje kapsamında daha önce hiç yapılmamış bir uygulama var mı?
Evet, cam döşeme bu anlamda oldukça özgün bir uygulamaydı. Katolik Mozolelerde genellikle zemin kotu bir şapel gibi kurgulanır; yerdeki kapak açıldığında, alttaki tabut odasına ulaşılır. Ancak bu alt hacim genelde karanlık, havasız ve zamanla içine girilmek istenmeyen bir alan haline gelir. Biz bu algıyı tersine çevirmek istedik. Aşağıya inmeyi teşvik eden, hem mekânsal hem de ruhsal olarak daha açık bir tasarım dili kurmaya çalıştık. Bunun için rahat bir merdiven tasarladık, üstten doğal ışık alacak bir düzen kurduk ve en önemlisi, alt kotla üst kotu neredeyse tek bir mekân gibi ilişkilendiren cam döşeme fikrini uyguladık.
Bu oldukça cesur bir malzeme kararıydı ama hem müşteri hem uygulayıcı tarafla detaylı biçimde konuşarak hayata geçirdik. Cam döşemenin bir diğer avantajı da, aşağıdaki tabutun net bir şekilde görülmesini sağlarken aynı anda yukarıdan gelen ışığı da kareye aynı perspektife dahil etmesi oldu. Böylece ziyaretçi, hem ışığı hem tabutu aynı çerçevede deneyimleyebiliyor. Bu etki, hem fiziksel hem de duygusal anlamda güçlü bir bağ kurdu. Malzeme olarak lamine temperli cam tercih ettik; güvenlik ve ışık geçirgenliği açısından en doğru çözümdü.

Zanaatkârlık bu projede nasıl bir yer tuttu?
Feriköy Latin Katolik Mezarlığı’nda tarihî mozolelere baktığınızda freskler, heykelcikler, sütun başlıkları gibi pek çok zanaatkârlık örneğiyle karşılaşıyorsunuz. Dolayısıyla bu projede de en temel sorulardan biri, günümüzde bu zanaatkârlık geleneğini nasıl ve hangi araçlarla sürdürebileceğimiz idi. Biz bu soruya, el işçiliğini çağdaş üretim teknikleriyle buluşturarak cevap verdik. Marmara mermerinden üretilen kaset paneller, sulu CNC tezgâhlarda katman katman oyularak üretildi.
Ancak bu üretim süreci burada bitmedi; her bir kasetin iç yüzeyi, zımpara ve el işçiliğiyle pürüzsüzleştirildi. Yani dijital bir tasarım ve üretimle başlayan süreç, sonunda zanaatkâr eliyle tamamlandı. Ayrıca kasetlerin iç geometrisi bize tipografik bir zemin de sundu. Bu alanlar, mozolenin tüm yazılı diline yön verdi: ailenin üçgen alında yer alan ismi, mezar taşlarındaki yazılar ve yapı içinde yer alan mermer yüzeydeki yazılar bu kaset yapısına uygun olarak tasarlanan özel bir fontla hazırlandı. Böylece zanaatkârlık sadece yüzey işçiliğinde değil, tipografik kimlikte de belirleyici bir rol oynadı.
Zanaatkârlıkla ilişkilendirebileceğimiz bir diğer konu ise mozolenin iç mekânında yer alan brüt beton kubbe sistemi oldu. İç duvarlarda ve çatıda tercih ettiğimiz brüt beton yüzeyleri, kalıp işçiliğiyle şekillendirerek tepe ışıklıkla buluşturmayı hedefledik. Bu yaklaşımla, betonda da zanaatkârlığın nasıl mümkün olabileceğine dair bir yorum geliştirmeye çalıştık.
Peki bu kadar detaylı bir işçiliğin arka planında sizi etkileyen bir örnek olmuş muydu?
Evet, beni etkileyen örneklerden biri yıllar önce Tayland’da, Chiang Mai Üniversitesi’nde karşılaştığım bir yıl sonu sergisiydi. Yanılmıyorsam Sanat ve Teknoloji Fakültesi’ne ait bir sergiydi. Bir öğrenci, Buda heykelinin onlarca farklı versiyonunu üretmişti. Kimisi kat kat dilimlenmiş, kimisi delik deşik edilmişti. Tüm bu yorumları 3D printer kullanarak üretmişti; aynı formu teknolojik araçlarla yeniden işleyerek neredeyse Buda’nın metaforik anlamı silininceye kadar görsel sınırlarını araştırmıştı. Tayland’ın her köşesinde karşınıza çıkan Buda sembollerini ve heykellerini düşünürseniz bambaşka bir bakıştı bu.
O öğrencinin, bu kadar tanımlı ve simgesel bir formun sınırlarını keşfetmeye yönelik yaklaşımı bana çok avangard gelmişti. Bu bakış açısı bende şu soruyu tetikledi: Her malzeme, kendi sınırları içinde ne kadar dönüştürülebilir? Calumeno Mozolesi’nde kullandığımız mermer kasetlerin tasarım sürecine bu soru yön verdi. Mermerin işlenmesi ve ne kadar mermer gibi gözükeceği konusunda deneysel bir yol açtı.

Tabutun tasarımı da projeye özel yapıldı, değil mi?
Evet, tabut özel olarak ressam Memduh Kuzay tarafından tasarlandı. Üzerine, hem Katolikliği hem de aileyi temsil eden semboller, grafik ögeler ve antik dönemi çağrıştıran renkler uygulandı. Öncesinde kendisi taslaklarını hazırladı ve biz de birlikte bu tasarım üzerine tartışma fırsatı bulduk. Bu kadar kişisel bir obje üzerine düşünmek, benim için oldukça ilginç bir deneyimdi.
Normalde bir mozole tasarlanırken tabut da hazırlanır mı?
Hayır, genellikle tabut bu aşamada hazırlanmaz. Çünkü ortada bir cenaze durumu olmadığı için böyle bir ihtiyaç doğmaz. Bu, tamamen kişisel bir tercihti.

Bir insanın kendi tabutunu tasarlatması sıra dışı bir durum. Bu süreçte nasıl bir diyalog gelişti?
Evet, gerçekten sıra dışıydı. Memduh Bey’in atölyesi Kayseri’nin Karakoyunlu köyünde. Tabut önce oraya gönderildi, kendisi orada çalıştı. İşlem bittikten sonra tabut dikkatlice korunarak İstanbul’a geri gönderildi. Orlando Bey’in asistanı Sevil Hanım bir gün beni aradı ve “Evren Bey, bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama Orlando Bey’in tabutu hazır,” dedi. O an, bir tabutun ‘hazır’ olduğunu duymak ister istemez insanda tuhaf bir his yaratıyor. (Gülerek)
Hiç kendi ölümünüzü düşündüğünüz oldu mu?
Hayır, açıkçası ölümümü tasarlamak anlamında böyle bir düşünceye kişisel olarak hiç kapılmadım. Her mimar böyle yaklaşmayabilir ama ben bu projeye daha çok bilimsel bir bakışla yaklaşmaya çalıştım—bir doktorun mesafesiyle belki. Tasarım sürecinde hep kurmam gereken anlamsal ilişkiyi ve teknik ihtiyaçları ön planda tuttum. Bir mimar olarak, tüm yapısal unsurların tasarlanabilir olduğuna inanıyorum—ölümle ilişkili olanlar da dahil.
Mozole gibi bir yapının karanlık olması beklenir. Ancak bu yapı oldukça ferah. Bu sizin bilinçli tercihiniz miydi?
Evet, bu tamamen bilinçli bir tercihti. Ortaya daha çok bir şapel ya da küçük bir müze hissi veren bir mekân çıkmasını istedik. Klasik mozolelerin içe kapanık ve karanlık atmosferinden farklı olarak, biz daha çağdaş ve açık bir yorum geliştirmeyi hedefledik. İnsanların sadece mezar değil, mekânın kendisiyle de bağ kurmasını, iç ve dış arasındaki ışık etkisini deneyimlemesini arzuladık. Bu yüzden ferahlık, tasarımın başından beri önemsediğimiz bir unsurdu.

Bu projeden sonra mimari yaklaşımınızda bir değişiklik oldu mu?
Elbette çok istisnai, çok özel bir projeydi. Tasarımın her alanı ilgimi çekiyor ancak bu deneyim, en zor konuları dahi derinlemesine düşünerek tasarlamanın ve hayata geçirmenin mümkün olduğuna dair inancımı arttırdı. Aynı zamanda bundan sonraki projelerimi daha iyi tasarlamak için güçlü bir teşvik oldu.
Peki bu proje size mesleki açıdan yeni bir kapı açtı mı?
Mimarlıkta çoğu zaman kendi alanınızı siz belirlemiyorsunuz; biraz da koşullar sizi şekillendiriyor. Gelen işler, beğenilen projeler ve onların ardından dallanıp budaklanan müşteri portföyü mimarın yönünü tayin ediyor. Bu projede o anlamda yeni bir alan açacak mı göreceğiz…

EVREN ÖZTÜRK KİMDİR?
Evren Öztürk, 1978 yılında İstanbul’da doğdu. Saint-Benoît Fransız Lisesi’nin ardından, 2004 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu. Mesleki kariyerine Boran Ekinci Mimarlık’ta başladı ve sekiz yıl boyunca çeşitli projelerde görev aldı. 2015 yılında, mimar Ceren Kerpiç Öztürk ile birlikte KO-Arch tasarım ofisini kurdu. Aynı dönemlerde Gebze Teknik Üniversitesi, Maltepe Üniversitesi ve Doğuş Üniversitesi’nde mimari proje stüdyolarında yürütücülük yaptı. Mimarlık, iç mimarlık ve sergi mekanı tasarımı alanlarında çalışmalarını sürdüren Öztürk, hâlen İstanbul’da eşi ve kızıyla birlikte yaşamaktadır.