Fabien Toulmé: “Çizgi Roman Her Zaman Kolektif Emeğin Ürünüdür”

Çizgi romanlarında güncel meselelerin peşine düşen ve insan deneyimlerinin çeşitliliğini resmeden Fransız çizer ve grafik roman yazarı Fabien Toulmé, Saatolog okurlarına mesleğinin inceliklerini anlattı.
Elinize bir çizgi roman, grafik roman aldığınızda sizi en çok etkileyen şey, çizimlerde çok çeşitli insan deneyimini ve hikâyelerini görebilmek oluyor. Toulmé bu işi hakkıyla yerine getiren bir çizer ve hikâye anlatıcısı. Bir okur olarak onu en iyi tanımladığını düşündüğüm özelliklerinden biri de çalışkan olması. Kafasına bir soru takıldığında sadece kendi ülkesinde değil, dünyanın pek çok yerinde insanların neler yaşadığını görmek için seyahatler etmeye üşenmiyor, yollara düşüyor.
Desen Yayınları’ndan çıkan Dünyadan Yansımalar Serisi su gibi akıp giden, hem öğretici hem de eğlendirici iki romandan oluşuyor: Mücadele ve Yaşamak ve Çalışmak. Hakları için mücadele eden, çeşitli çalışma koşullarının zorladığı insanların peşine düşen çizer, kitaplarında kendini merkeze koymak yerine doğrudan konunun öznelerine kulak veriyor. Böylece Lübnan’daki halk devrimini de Güney Kore’de zor şartlarda çalışan kuryeleri de ilk ağızdan dinliyorsunuz. Biz de şimdi bu hikâyeleri anlatan Toulmé’ye sözü verelim.

Büyüme sürecinizi anlatır mısınız? Çizer olmaya giden yol nasıl örüldü?
Ben aslında çocukken çizgi roman okumayı çok severdim. Mesela Tintin ya da Red Kit’in çizimlerini kopyalamaya çalışırdım. Çok erken yaşta, hikâyeler anlatmak, kendi karakterlerimle oynamak istedim ama bunu çizgi romanlarla yaptım. Tam bilmiyorum ama sanırım 7–8 yaşlarındaydım; o zamanlar kendi çizgi romanlarımı çizmeye başladım.
Büyüyünce “çizgi romancı olacağım” diyordum ama meslek seçme zamanı geldiğinde bunun çok zor olduğunu düşündüm. Özel bir yeteneğim olduğunu sanmıyordum, bu yüzden mühendis oldum. Yaklaşık 15 yıl mühendis olarak çalıştım ama bu işi pek sevmedim. Hep aklımın bir köşesinde, “bir gün çizgi roman yapmayı denemeliyim, çocukluk hayalimi gerçekleştirmeliyim” düşüncesi vardı. Sonunda otuzlu yaşlarımda bu işe yöneldim.
Günlük rutininizi anlatır mısınız? Ne sıklıkla, günde kaç saat çizim yapıyorsunuz, gününüzü nasıl bölüyorsunuz?
Benim için bu iş tıpkı bir ofis işi gibi, günde ortalama sekiz saat çalışıyorum. Ya evimde ya da başka çizerlerle paylaştığım bir atölyede çalışıyorum. Genelde birkaç proje birden yürütürüm ama her zaman bir “ana kitap” vardır. Yılda bir kitap çıkarma ritmiyle ilerliyorum. Bunun dışında basın için küçük illüstrasyonlar, kısa hikâyeler veya ortak albümler için kısa çizgi romanlar da yapıyorum. Ama asıl odağım hep o ana kitap oluyor. Çalışma sürecim ikiye ayrılıyor: önce bir–iki ay tamamen yazıya odaklanıyorum, senaryoyu oluşturuyorum. Sonra o senaryoyu çizime dönüştürme aşamasına geçiyorum ve yine günde sekiz saat çizim yapıyorum. Bunların yanında imza günleri veya röportajlar için sık sık yolculuklar da oluyor.


İşiniz üzerinde ne kadar revizyon yapıyorsunuz?
Bunu ölçmek zor. Yazım aşamasında senaryo zamanla şekillenir, istediğim noktaya yaklaşır. Çizim aşamasına geçtiğimde her şey zaten aşağı yukarı oturmuştur, bu yüzden büyük değişiklikler yapmam. En fazla bazı diyalogları biraz daha doğru, doğal hale getirmek için düzeltirim. Mükemmeliyetçilik hastalığım yok, yaptığım işin kusurları olabileceğini kabul ediyorum. Önemli olan ilerlemek, her defasında daha iyisini yapmaya çalışmak. Fazla düzeltmenin bir noktadan sonra anlamını yitirdiğini düşünüyorum.
Geçiminizi bu işten sağlayabiliyor musunuz?
Evet, amacım bu işin mesleğim olmasıydı, geçimimi buradan sağlamak istedim. Ama bunun mümkün olup olmayacağından emin değildim. İlk hedefim sadece bir kitap çıkarabilmekti, eğer bunu yaparak yaşayabilirsem müthiş olurdu. Bugün görüyorum ki bazıları bu işten geçinebiliyor, bazılarıysa zorlanıyor ve başka bir işle birlikte sürdürüyor. Tutku elbette çok önemli, ama tek başına yeterli değil. Yine de benim örneğim, bunun mümkün olduğunu gösteriyor.


Yaşamak ve Çalışmak için dünyanın farklı yerlerine yaptığınız seyahatlerden sonra, bu konu üzerine uzun süre düşünmüş, yazmış çizmiş biri olarak çalışma ve işle nasıl bir ilişkiniz var şu an? Bu süreç sizi dönüştürdü mü?
Çizgi roman yazarı olduktan sonra işe bakışım çok rahatladı. Çünkü artık sevdiğim işi yapıyorum ve bu büyük bir şans. Sabah kalktığımda yaptığım şey bana hâlâ keyif veriyor. Ama Çalışmak ve Yaşamak kitabında da anlattığım gibi, çalışmak hem olumlu hem de bazen fazlasıyla yer kaplayan bir şey. Bu yüzden kendi işimde de sınırlar koymam gerektiğini öğrendim: sürekli çalışmamak, kendime zaman bırakmak. Bana “bu yol seni değiştirdi mi?” derseniz, sanırım çok değil, sadece daha dengeli oldum.
Kendi sanatsal pratiğinizi geleneksel anlamda bir “iş” olarak mı görüyorsunuz, yoksa bu tanıma uymayan bir faaliyet olarak mı?
Çalışmak ve Yaşamak’ta da anlattığım gibi, “iş” kavramı karmaşık. Ama benim için bu bir iş, çünkü her gün yaptığım, hayatımı kazandığım faaliyet bu. Yine de ekleyeceğim bir şey var: bu bir tutku işi. Muhtemelen emeklilik yaşına gelsem bile devam ederim, çünkü bu işi yapmayı seviyorum.

Türkiye ve Orta Doğu’yla ilgili bir sanatçısınız. Bu coğrafya hakkındaki düşüncelerinizi ve duygularınızı anlatır mısınız?
Burası tarihi olarak çok karmaşık bir bölge, özellikle de Batı’nın yüzyıllar boyunca müdahale etmeye çalıştığı bir bölge. Osmanlı döneminden bugüne uzanan etkiler var. Bugünkü diplomatik gerginliklerin bir kısmı da o geçmişin mirası gibi geliyor bana. Dünya genelinde zaten gidişat çok iyi değil… Dolayısıyla bu bölge için hissettiğim şey çoğunlukla üzüntü. Keşke her şey çok daha sakin ve barışçıl olabilseydi.
Sevdiğiniz grafik roman yazarları kimler?
Okur olarak iki dönemim var. Çocukken klasikler okurdum: Tintin, Red Kit, Astérix… Dolayısıyla Hergé, Morris, Uderzo, Goscinny gibi isimleri çok severdim. Yetişkin olduğumda, yani Brezilya’da mühendis olarak çalışırken, Fransız yayınevi L’Association sayesinde çizgi romanı yeniden keşfettim. Bu yayınevinde Emmanuel Guibert, Lewis Trondheim, Guy Delisle, Marjane Satrapi, David B. gibi sanatçılar vardı. Onlar bana çizgi romanın bambaşka biçimlerde de yapılabileceğini gösterdiler; her yazarın kendine özgü bir üslubu olabileceğini. Bu da beni bu işe adım atmaya teşvik etti.
Çizim olarak en büyük ilhamım Tintin’dir, çocukken o kadar çok okudum ki, tarzımda izleri kaldı. Daha sonra Persepolis, Birman Günlükleri ya da Joe Sacco’nun işleri anlatım tarzımı etkiledi. Bir de az tanınan bir Brezilyalı sanatçı var: Flavio Collin. Onun fırça tekniğini çok beğenirim; o da beni etkilemiştir.

Empati, hikâye anlatımınızın merkezinde yer alıyor — özellikle de L’Odyssée d’Hakim’de. Başka birinin deneyimini canlandırmak için ne tür araştırmalar yapıyorsunuz veya duygusal olarak nasıl hazırlanıyorsunuz?
Kitaplarım daha çok insan hikâyelerine dayanıyor. Tanıklık edenlerin anlattıkları benim temel malzemem. Bahsettikleri yerleri tanımıyorsam, o yerleri doğru çizebilmek için ya çok detaylı sorular soruyorum ya da kitaplardan, internetten görseller araştırıyorum. Duygusal hazırlık konusunda ise özel bir hazırlığım yok. Bu bir diyalog aslında, benimle konuşan kişilerle sohbet ediyoruz, resmi bir “röportaj” gibi değil. Bu da zaten karakterimle, insanlarla iletişim biçimimle örtüşüyor.
Grafik romancılar arasında diğer sanat türlerine göre daha kolektif ya da komünite oluşturma eğilimi var mı sizce? Kolektivite konusunda ne düşünüyorsunuz? Yoksa sanatı bireysel bir eylem olarak mı görüyorsunuz?
Bu gerçekten çok iyi bir soru, ama doğrusu bu konuda net bir fikrim yok. Diğer sanat dallarını çok iyi tanımıyorum. Yine de hissiyatım şu: çizgi roman yazarları genellikle oldukça yalnız insanlardır. Belki de bu sanatı seçmelerinin nedeni, bir tür utangaçlık ya da içe dönüklüktür. Elbette işbirliği de oluyor, örneğin senarist ile çizer arasındaki işbirliği. Ama bence bu, bazen paylaşma isteğinden, bazen de ihtiyaçtan doğar; çünkü birçok senarist çizim yapamaz. Bu nedenle işbirliği hem bir tercih hem de bir zorunluluktur. Topluluk ya da birlikte üretme duygusu bence müzikte veya tiyatroda daha güçlüdür.
Topluluk kavramına gelince, benim bu konudaki düşüncem biraz ikircikli. Hem yalnızlığı severim hem de bir topluluk içinde olmayı. Topluluk fikrini seviyorum, ama bunun güzel olması için herkesin aynı paylaşma enerjisine sahip olması gerekir. Fransızca bir şarkı vardır, sözlerini tam hatırlamıyorum ama şöyle der: küçük bir topluluk içinde olmak keyiflidir; ama grup büyüdükçe, belirli bir sınırı aştığında, genel zekâ seviyesi ve başkalarına duyulan ilgi azalır.
Ben de küçük toplulukları severim. Herkesin empatiyle, ortak bir enerjiyle hareket ettiği toplulukları. Hiyerarşinin olduğu, emir veren yapıları ise hiç sevmem.
Ayrıca, sanat bireysel olarak yapılıyor gibi görünse de mesela bir çizgi roman, aslında her zaman bir kolektif emeğin ürünüdür. Benim durumumda, renklendirmeyi yapanlar, editörler, pazarlama ekibinde çalışanlar… hepsi bu sürecin parçası. Dolayısıyla çizgi romanı her ne kadar tek başıma çiziyor olsam da o eser ancak çevremdeki tüm bu insanların katkısıyla ortaya çıkabiliyor. Onlar belki “sanatçı” olarak görülmüyor ama çizgi romanımın var olmasını sağlayan kişiler onlar.


Sanatçı olarak başarı anlayışınız çizim yapmaya başladığınızdan beri değişti mi?
Kesinlikle değişti. Bence insan sürekli bir arayış içinde ve beklentileri de zamanla yükseliyor. Başlarda başarı, dergide bir çizimimin yayımlanmasıydı. Sonra bir kitap çıkarabilmekti. Ardından iki, üç kitap… Daha çok satmak, daha çok okuyucuya ulaşmak… Beklenti hep artıyor ama bunun tehlikesi tatminsizlik. O yüzden kendime sık sık hatırlatıyorum: çizgi roman yapma fırsatına sahip olmak, hikâyelerimi anlatabilmek ve birkaç kişi tarafından bile okunmak başlı başına bir başarıdır. Her kitabımda bunu aklımda tutmaya çalışıyorum.
Ahmet Büke: “Kurtuluş Savaşı’nı Alttakilerin Gözünden Anlatmak İstedim”
