Okay Temiz, Türkiye’de caz müziğin önde gelen isimlerinden biri. Ünlü müzisyenin yarım asrı geçen caz yolculuğunu Galata Kuledibi’ndeki atölyesinde kendisinden dinledik.
Galata Kuledibi’nde Tatar Beyi sokağına girdiğinizde solda elli metre ileride düzayak bir koridordan girilen, kapısının küçüklüğü ve izole oluşundan pek anlaşılamayan ama kocaman bir dünyaya açılan yerin adı Ritim Atölyesi. Buranın sahibi caz müzik tarihimizin özeti gibi bir hayat hikâyesine sahip olan büyük usta Okay Temiz. Kendisiyle yıllara varan abi-kardeş hukukumuz bir yana, benim için her daim bir öğretmen olan, anlattığı her şeyden bir şeyler öğrendiğim bir hoca o. Her zamanki doğal haliyle karşıladı bizi (yanımda menajeri ve plak firmasının sahibi, aynı zamanda benim de yıllardır kardeşim-dostum Haluk Damar), başında Jamaika renklerine bürünmüş şapka, ağzında puro, yazlık bir gömlek, altında kısa pantolon ve tokyo… Hemen soldaki odada alet edevattan geçilmeyen, duvarları çerçevelenmiş afişlerle dolu odada, üzeri kalabalık masaya oturmamızla sohbeti koyultmamız bir oldu…
Okay Abi burayı kaç yılında hangi amaçla açtın, neydi ne oldu?
Doksanlı yılların başında yurda döndüğümde değişik lokallerde çalmaya başladık, bunlar arasında Bodrum, Taksim’de Dilhan Otel, sonradan da Babylon’da vardı. Çalmanın yanında workshop’lar da yapıyordum. Ritim atölyesi konusunda çok talep olunca Babylon yer verdi bu etkinliğe. Gittikçe büyüdü bu atölye, çok şanslıydım burayı buldum. Daha önce her yıl 3-4 kere gelip gidiyordum memlekete, konser nedeniyle. Bu konserlerde zarar ediyordum ama İsveç Kültür Dairesi karşılıyordu, ülke kültürlerinin tanıtım gideri olarak görüyorlardı bunu. Ancak ben sadece onların kültürünü tanıtmadım, Türk kültürünü de oralara taşıyordum; sadece İsveç değil, Finlandiya ve Norveç’te de bulundum ve çaldım. Ancak bizim müziğimizin değerinin dışarıda anlaşılabilmesi konusunda ilk kâşif Don Cherry olmuştu. Oyun havalarını, köçekçeleri dinlediği zaman müziğin içindeki zenginliği hemen anlamıştı.
Eskiden bu sokakta Romanlar da oturuyordu. Onlarla Magnetic Band adında bir topluluk kurup albüm yaptım ama onları kontrol etmek çok zordu, alabildiğine kafalarına göre takılan müzisyenlerdi, disipline edilmeleri imkansızdı. Onların çocukları da bu atölyeye geliyordu. Bu mahallenin kültürünü de müziğime ve caza dahil ettim. Bu atölyeye toplumun değişik katmanlarına sınıf ve kültürlerine asit insanlar gelmeye başladı; aralarında ev kadınları, doktorlar, profesörler, polisler bile vardı. Ben hiçbir zaman müzik dışında tarif etmedim bu çalışmayı ama bazıları burayı rehabilite olma amaçlı geliyor, burada rahatlıyorlardı. Müziği terapi amacıyla suistimal edenlere karşıyım zaten.
“Afrika, Güney Amerika ve Brezilya’dan toplanan malzemeyle Türk müziği çalıyor olmam çok ilginç geliyordu insanlara. Bu sadece İsveç’te değil, dünyada bir ilkti.”
Bu işin kökeninde İsveç’te spastik çocuklara yaptığım ritim atölyeleri vardı. İsveç hükümetinin bana verdiği orman içinde fantastik bir evde, çivi çakmak yasaktı, ev tarihiydi. Bu fikir onlara seksenlerin başında verdiğim bir konserde ortaya çıkmıştı; konser vermeye gittiğimde gördüm ki bu insanlar müzik dinlemek değil davula dokunmak ve vurmak istiyorlardı. Orada anladım neye ihtiyaçları olduğunu ve bu atölye fikrini geliştirdim. Zaten ana okullarında ders veriyordum, böylece fikri geliştirme fırsatı bulmuştum. Ufak ufak Afrika kökenli aletleri toplamam ve devamında kendi çalgılarımı yapmam da aynı tarihlere denk geliyor.
Bu çalgılar çocuklar tarafından büyük ilgi görünce hükümet bunu destekledi ve sekiz yıl boyunca ciddi bir maddi katkı yaptı. İsveç’te en büyük maddi desteği gören dört büyük orkestradan biri bendim. 15.000 ile 260.000 kron arasında değişen destekler vardı; ben en yükseğini alıyordum. Konserlerde ve atölyelerde kaplumbağa kabuğundan bambu kamışlarına kadar kullanarak yaptığım çalgılarımı anlatmaya başlayınca daha da ilgi arttı. Daha da ilginci Afrika, Güney Amerika ve Brezilya’dan toplanan malzemeyle Türk müziği çalıyor olmam çok ilginç geliyordu insanlara. Bu sadece İsveç’te değil, dünyada bir ilkti. Oradan buralara geldik ve 18 bu mekânda yılı geride bıraktım.
Kendi icadın olan sıra dışı çalgıları nerelerden ilhamla ürettin?
Benim bu çalgıları yapmamda aslında (İstanbul Haseki doğumlu olmama rağmen) Çatalca’da büyük bir çiftlikte büyümüş olmamla bir ilgisi var. Doğa benim en büyük ilham kaynağım. Çocukluğum toprağa yalın ayak basarak geçti benim. Köylüyüm ben, sekiz haneli küçücük bir köyde büyüdüm. 450 koyunumuz, Hollanda’dan gelmiş ineklerimiz ve Sivas kangallarımız vardı. Üç traktörümüz vardı, biri efsane Ferguson. Su motorları, harman makineleri, biçer-döverler… Onları tamir etmeyi de bilirim, bunların alet yapımında çok faydasını gördüm. Altyapımı doğadan, topraktan aldım.
Bu birikimin müziğe bağlanmasında en önemli etken annem. Kendisi paşa kızıydı, çiftlik hayatına rağmen aldığı terbiyeyi unutmamıştı. Dedem ineğin derisini yüzer, annemin kırılan cümbüşünü tamir ederdi onunla. Benim gibi bu kadar doğanın içinden gelmiş bir caz müzisyeni yoktur herhalde…
Konservatuara girdiğinde bir kültür şoku yaşadın mı?
Cebeci’de Ankara Klasik Devlet Konservatuarı’nda bambaşka bir dünyayı gördüm. Ben kır düğünü dinlemiş, zurna, gırnata dinlemiş birisiydim oraya girdiğimde. O yüzden bir şeyler üflemek istiyordum, trompet istiyordum. Evde annemin uduna akumpanya yapıyordum, davul aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Trompet için ön dişlerin bozuk, trombon için elin kısa, kontrbas için boyun kısa dediler; davula verdiler. Çünkü davulda adam yoktu… Daire şeklinde çalışma odaları vardı, kendimi sabahlara kadar oraya kilitleyerek çalıştım; çünkü sinirlenmiştim ve adrenalinim yükselmişti. Hırs yapmıştım. Daha ilk yıllarda ileri metotları bitirdim. Okulda Hikmet Şimşek sene sonu diktesini çok hızlı çaldı, notaya almamız gerekiyordu, anlık olarak. O esnada Adnan Saygun yazmakta olduğun nota kağıdını önümden çekerek aldı: “Sen çık oğlum” dedi. Çok beğenmiş kâğıdı hoca, kompozisyon bölümüne girmemi önerdi, ama kabul etmedim. Benzer akıbete oğlum Tommy de uğradı, burada almadılar, gitti Finlandiya’da müzisyen oldu. Tüm bunlar buradaki eğitim sisteminin ne kadar kötü ve tutucu olduğunu gösteriyor.
“Türkiye’de renklerden korkuluyor, herkes aynı şeyleri aynı renkleri herkes gri ağırlıklı giyiniyor. Aynı şekilde seslerden ritimlerden de korkuyorlar, hep ezber sesler, kalıplara sıkışmışlar…”
Yurt dışına gitme sebeplerin nelerdi?
Okul sonrasında (hatta biraz da esnasında) 19 yıl dans müziği çaldım. İlk kadroda Metin Gürel, Maffy Falay falan vardı. Biz hep caz çalmak istiyorduk ama piyasa çaça, merenge, tango, rumba, bolero gibi dans müziği istiyordu. Aslında onlar da kaliteli ve kolay çalınmayan şeylerdi. Okuldan trampeti, zilleri camdan sarkıtarak aşırıyor ve piyasada öyle çalıyorduk, gizli gizli; çünkü piyasada çalmamız yasaktı. Ama bir gün Turhan Lokantası’nda çalarken yakalandık, piyano hocamız ta karşımda yemek yiyordu, beni sahnede görünce kaşlarını çatarak parmak salladı. Akabinde kovuldum… Ardında Orhan Sizdar Orkestrası’na girdim. Onlarla büyük yerlerde çaldım, Kulüp 47’de bizi sürekle izleyenler arasında Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan da vardı. Dedeman, Büyük Ankara Oteli derken İstanbul’a geldim ve Süheyl Denizci, Kanat Gür ve Ferdi Özbeğen ile tanıştım ve çalıştım.
Baktım ne uzuyoruz ne kısalıyoruz. O esnada Almanya’dan Ulvi Temel Orkestrası’ndan gelen bir teklif üzerine 1967 yılında buradan ayrılmaya karar verdim. Batakhane gibi bir yerde, kiralık kızların çalıştığı bir yerde çalıyorduk, neyse ki çok kısa süre Danimarka’da iş çıktı. Orada harika bir dancing’de çaldık. Derken gelen bir iş üzerine karşıya, İsveç – Malmö’ye geçtik. Ardından Stockholm’e geçince orada Maffy ile karşılaştım ve olanlar oldu. Hayati Kafe’de oradaydı. Arada İsmet Sıral ile Durul Gence de geldi ama onlar tutunamayarak döndüler. Ama ben sebat ettim ve tam 23 yıl İsveç’te kaldım.
Bu günlerde eski plakların yeni kuşaklar tarafından keşfediliyor. Yeni baskıları yapılıyor. Haluk Damar ile nasıl tanıştınız?
Okay Abi “bunu sen anlat” diyerek topu Haluk’a atıyor:
Haluk Damar: 2016 yılında bir sanat projesi için Okay abinin yanına geldim. Senin (benden bahsediyor) bizim cazcılarımız hakkında hep dediğin bir şey vardı, bu müziğin hüviyeti Amerikan ama biz Amerikalı değiliz derdin. Bu laf hep aklımı kurcalıyordu, buradaki kimliğimiz bu müziğe nasıl yansır diye… Okay abi ile tanıştığımızda bu fikir daha fazla zihnimi kurcalamaya başladı ve Okay abinin müziğine bu gözle bakmaya başladım. “Zikir” albümü hakkında konuşurken, bunun yeniden plak olarak basılması gündeme geldi, çünkü bu konuda çok önemli bir albümdü. Ara Kafe’de Ada Müzik’ten Bülent Forta ve Ali Özülke ile buluştuk, hatta Ara Güler Bey hayattaydı, bizle bir kahve içti. Derken plak baskısı için düğmeye basıldı. Birkaç ay sonra plak çıktı, ardından “Derviş” çıktı. Ama geride kalmış çok sayıda önemli plak vardı, baskısı artık tükenmiş bulunan. Bunların da çıkması gerektiğini düşünerek Okay abi ile çalışmaya başladık, nasıl olsa benim Caz Plak adında bir firmam vardı, biz basabilirdik. Ama iş çok çetrefilliydi, lisanslama konusunda… Geçmişte bu plakları basan firmalar hep el değiştirmişti ve hepsiyle tek tek muhatapları bulup anlaşmak zorunda kaldık, bu da çok zaman aldı.
İlhan Mimaroğlu’nun size gönderdiği bir mektup var. Bu mektupta “Etnik müzik caz ile belki de ilk defa inandırıcı sonuçlarla birleşmiş” diyor. Doğru mu?
Belki de değil, kesinlikle… Bizim bu işe uyanmamızdaki ilk önemli kişi Don Cherry idi, benim de ufkumu açan onunla yaptığım çalışmalar oldu. Köçekçe’nin, zurna’nın ya da ney’in caza girmesi bir devrimdi. Don Cherry ile ben anne karnına ya da köklerime döndüm. Orijinalliğini bozmadan bizim geleneksel parçalarımızı yorumladık, folklorumuzu yorumladık. Salih Baysal, Binali Selman gibi isimleri Avrupa’ya taşıdık, çaldırdık. Bunlar bir ilkti. Bu orkestralara Alman, Fransız, Afrikalı müzisyenler de dahil oldu. Hatta İsveçliler bizim müziğimizi de böyle yorumla dediler ama o benim işim değil. Bu iş kendi ait olduğun folkloru duymadan olmaz. Ben folklor duymazsam heyecanlanamam. Caz zaten kök itibarıyla folklor… Amerikalarda eğitim alan buraya gelenlerin bu işle alakası yok, onları orijinal bulmuyorum. Kimlikleri olmuyor, karakterleri özgün olmuyor. Özgün bir sound bulamıyorlar. Ben sevmiyorum…
Okay Abi birkaç kilometre öteden seni tanırım. Dış görünüşün çok renkli. Bu neyin ifadesi?
Türkiye’de renklerden korkuluyor, herkes aynı şeyleri aynı renkleri herkes gri ağırlıklı giyiniyor. Aynı şekilde seslerden ritimlerden de korkuyorlar, hep ezber sesler, kalıplara sıkışmışlar…