Amerikan efsanesi Frank Sinatra yalnız sahnelerin değil, elinden düşürmediği “hayat suyu”nun da tutkunuydu…
Frank Sinatra hayatıma iki kez iz bırakacak şekilde girmişti. Televizyonların siyah beyaz ve tek kanal olduğu günlerde ailecek izlemiştik Oscar ödülü aldığı “İnsanlar Yaşadıkça” (From Here to Eternity) filmini. Sinatra tarafından canlandırılan Maggio’nun ölümünden sonra arkadaşı Prewitt’in (Montgomery Clift) trompet ile ağlayarak yat borusunu çaldığı sahnede ilk kez dedemin ağladığını görmüştüm. Daha evvel tanık olmamıştım, koca koca erkekler de ağlarmış.
Bir sonraki anım 1998 yılında Akmar Pasajı’nda Zihni Müzik’te çalışırken. Pasajda asayişin berkemal olduğu günlerin birinde, tezgâhının arkasındaki faks fokurdamaya başladı ve içinden iki cümle taşıyan bir kâğıt süzüldü. Warner Bros.’un Türkiye temsilcisi Balet Plak’tan geliyordu. İçerik: “Sanatçımız Frank Sinatra ölüm döşeğinde. Lütfen stoklarınızı gözden geçiriniz.”
Bu kuvvetli izlere rağmen nedense aklımda hep elindeki viski şişesi ve bardağıyla geliyordu Sinatra. Susuzluğunu gidermekten anladığı elbette buydu. Bir konserde sahneden seslenmiş, susadığını söylemiş, su getiren görevliyi içtiğini yere tükürdükten sonra haşlamıştı:
– “Susadığımı söyledim, kirlendiğimi değil!”
Bir gazetecinin “Tanrıya inanır mısınız?” sorusuna, “Beni gece yattığımda iyi hissettirecek her şeye inanırım. Bu ister tanrı, isterse bir şişe viski olsun” dedikten sonra telaffuz ettiği markanın satışları artmıştı. Bu marka yıllar sonra anısına onun ismiyle özel bir şişe çıkarmıştı.
14 Mayıs 1998 tarihinde vefat ettiğinde Las Vegas’ın ışıkları iki kez söndürülüp yakılmış ama bir şişe viski ve sigara ile defnedilişinin ardından en güzel sözü dönemin başkanı Bill Clinton söylemişti: “He did it his way.”
İniş çıkışlarla dolu hayatında hiçbir yıldızın kurtulamayacağı kuyulardan kopup gelmişti Sinatra. Muadili olmayan bir Amerikan mitiydi. İlk çöküşü Ava Gardner’a âşık oluşuyla başlamıştı. Yıllar sonra Ava’nın İspanya’da fenalaşarak hastaneye kaldırıldığını Amerika’da turnede öğrenen Sinatra da, hastalanıp hastaneye kaldırılmıştı. “Ava ile aşkımız o kadar ateşliydi ki, sonunda birbirimizi yaktık” demişti. Ava sonrasında imdadına yedi yıllık bir plak sözleşmesi yetişmişti. “In the Wee Small Hours” tüm zamanların en büyük ayrılık albümlerinden biri olmuştu. O muzip, parmak şaklatan Sinatra gitmiş, yerine yalnız ve durgun bir adam gelmişti. Çağının öncülerinden olan albüm yeni kapılar açmış, başarısı “Amerika’da ikinci perde yoktur” diyen Scott Fitzgerald’ı yalanlamıştı. Zira Sinatra ikinci kez zirvedeydi. Sonraki “Song for Swingin’ Lovers!” albümü ise âdeta viskiyle yıkanmış gibiydi; Sinatra yaşama sevinciyle dolmuştu.
“The Voice” lakaplı Sinatra’nın başarısı sadece mafya desteği, sansasyonel hayatı, evlilikleri gibi magazinel şeylerle izah etmek bana hep haksızlık olarak görünür. Oysa müziğiyle konuşulmayı daha fazla hakkediyordu. Okuma tekniğiyle uzun cümleleri tek nefeste söyleyebiliyordu. Sinatra’yı yanlış ve pes tondan söylemekle suçlayanlar hiç anlayamamıştı. O zaten çoğunlukla hüzünlü ve bezgin söylerdi, yarattığı atmosferin parçasıydı bu. Kendisinden dinlenilen şarkıyı ancak başkasından dinlendiğinizde anlarsınız bu farkı; o kadar tutkulu ve korkusuzca söylerdi ki… Şarkılarındaki maço romantizmi birkaç kuşağın erkeklerine örnek; geniş ses aralığı, sıcak ses rengi ve anlaşılır İngilizcesiyle, söylediği şarkılar klasik olmuştu. “I’ve Got You Under My Skin”den “Fly Me to the Moon”a; şarkıları hayatın tadını nasıl çıkarabileceğiniz konusunda birer kılavuzdu.
Aksanı, vurgusu kusursuzdu, etkileyici konuşurdu. Çok çalışkandı, buna karşın mütevazi demeçleri ünlüydü. “Sanatçı olmak çok zor ve yetenek isteyen bir şey, ben sadece bir şarkıcıyım” demişti. Kâğıt üzerinde bir şarkıcıydı ama, müzik için çok daha fazlasıydı. Miles bir dönem, onun şarkı söylediği ve konuştuğu gibi trompet çalmak için uğraşmıştı. Irkçılığa karşı savaş veriyor, yardım konserleri düzenliyordu. Çünkü siyah müzisyenlerle çalışıyor, pek çoğunun bestesini seslendiriyordu. Sadece siyahlara değil, Amerika’daki tüm azınlıklara yönelik hak savunusu yapıyordu. Kırklı yıllarda siyah müzisyenlerle güney eyaletlerinde turneye çıkmak, her baba yiğidin harcı değildi.
***
Chicago’da büyük bir gece kulübünün sahibi tarafından reddedilmişti. İncinen Sinatra kendisi gibi İtalyan asıllı bir mafya babasına açılır. Baba adamlarını patrona yollar ve büyük bir para teklif eder. Patron yine reddedince, duruma hiddetlenen Baba, patronun en sevdiği safkan yarış atının başını kestirir ve yatağına bıraktırır. Mesaj açıktır: “Bil bakalım sıradaki kelle kimin?”
Bu hikâye Coppola’nın “Godfather” filmine yansır. Sinatra’nın mafya bağlantısı dilden dile dolaşan bir söylentiyken, kızı Tina’nın “Babam 20 yıldan uzun süre mafya için çalıştı. Mafyanın desteğiyle yükselip yerini sağlamlaştırdı” açıklamasıyla aydınlanmıştı. FBI’ın vefatının ardından yayınladığı Sinatra’yı konu edinen 1275 sayfalık dosya kızının dediklerini doğrular, “Godfather”daki Johnny Fontane karakterinin Sinatra’dan esinlenildiği kesinleşir.
Nefretleri de meşhurdu. Marlon Brando’ya sinir olmuş, “Rıhtımlar Üzerinde” filmindeki rolü kendisinin oynaması gerektiğini düşünmüştü. Kennedy’nin seçimi kazanması için mafya bağlantılarını kullanmış ama onun tarafından aşağılanınca Cumhuriyetçi olmuştu. Eski eşi Mia Farrow’un kocası Woody Allen’ın evlat edindikleri çocukla bir ilişkisi olduğu ortaya çıkınca, Mia’ya “şu uyuzun bacaklarını kırması için birini tutayım mı?” diye sormuştu.
Hijyen takıntılıydı; günde birkaç kez duş alırdı. Şaşaalı yaşantısına karşın, dört kez intihara teşebbüs etmişti. Kendini ‘18 ayar bir manik depresif’ olarak tanımlardı. Böylesi zamanlarda çılgın Las Vegas alemlerinden birinde kumarda 500.000 dolar kaybetmişti.
Rock müzik için “hayatımda duyduğum en dejenere müzik” demişti. Zira rock’n roll’un yükseldiği devirde plak satışları düşmüş, ama 1980’de Liza Minelli’den sonra söylediği “New York, New York” ile yeniden şaha kalkmıştı. Üçüncü kez zirvedeydi ama “Strangers in the Night” ve “My Way”i söylemekten bezmişti, artık sahnede alaya alıyordu:
– “Ve şimdi sizin için değil ama benim için en azap dolu ana gelmiş bulunmaktayız…”
Usta kızmasın, ama ben Babylon’da yıllardır çaldığım Oldies But Goldies gecelerini halen “Strangers in the Night” ile bitiriyorum.