
Bu şehirde yaşasın ya da yaşamasın herkesin İstanbul’a dair anlatacak bir hikâyesi var. Bu yüzden Meşher’in yeni sergilerinden “Hikâye İstanbul’da Geçiyor”, daha adını duyar duymaz kalbimizi çeliyor. Gelin serginin hikâyesini küratörlerinden dinleyelim.
Bu kış İstiklal Caddesi’nde, Meşher’de İstanbul’un hikâyesini anlatan bir serginin kapıları açıldı. Bir eski kitap koleksiyoneri olan iş insanı Ömer Koç’un geniş kütüphanesinden hazırlanan Istanbul in the Western Literary Imagination. 1547–2024 kitabından yola çıkan “Hikâye İstanbul’da Geçiyor” sergisi, 16. yüzyıldan bu yana çeşitli İstanbul temsillerini bir araya getiriyor. Sergide Batı edebiyatında İstanbul’u işleyen kitapların yanı sıra yakın geçmişten şehirle ilgili film afişleri gibi belgeler de yer alıyor. Bir İstanbul hikâyesi anlatan serginin öyküsünü küratörleri Ebru Esra Satıcı ve Şeyda Çetin’den dinledik.

“Hikâye İstanbul’da Geçiyor” nasıl çıktı ortaya? Serginin hazırlık sürecinden bahsedebilir misiniz?
Ebru Esra Satıcı: Sergiyi yapma fikri, Ömer Koç Koleksiyonu’nun çok geniş kütüphanesinden hazırlanan Istanbul in the Western Literary Imagination. 1547–2024. Books and Manuscripts from the Ömer Koç Collection kitabına dayanıyor. Sven Becker’ın derlediği bu kitapta, Batı edebiyatında İstanbul’un konu edildiği, merak uyandıran eserler yer alıyor. Sergi fikri, bu kitabın hazırlık aşamasında doğdu.
“Hikâye İstanbul’da Geçiyor”un Meşher’de programlanmasının ardından muazzam bir koleksiyondan hazırlanmış bu antolojiyi, araştırma ve görselleştirme süzgecinden geçirerek sergiyi oluşturduk. Koleksiyondan yaklaşık 300 kitap sergiliyoruz. Bunlar arasından 35 kitabı görsel içeriklerle öne çıkarıyor ve detaylandırıyoruz. Ancak sergilenen yapıtlar yalnızca kitaplar değil; çeşitli kaynaklardan gravür, resim, film, efemera ve nadir koleksiyon objeleri de sergide kitaplara eşlik ediyor.

Hangi dönemlerden yazarlar ve eserler var sergide? Kürasyonu yaparken nasıl kategorize ettiniz?
Şeyda Çetin: “Hikâye İstanbul’da Geçiyor”, edebiyatın yolu İstanbul’dan geçen unutulmaz karakterlerini, diğer anlatılar ve ortaklıkları görünür kılan imgelerle buluşturarak yeni bağlamlar sunan bir sergi. Çeşitlilik gösteren bu koleksiyondan kurguladığımız seçki, 16. yüzyıldan günümüze farklı edebi türlerin izleğinde İstanbul’un Batı edebiyatından kurmaca eserlerdeki konumuna dair bir inceleme sunuyor. Sergiyi de şehre dair tahayyülleri dünya klasikleri arasında yer bulmuş eserlerin yanı sıra popüler kültüre uzanan bir temsil çeşitliliği içinde düşünerek oluşturduk. Kitapları sergiye dahil ederken edebiyatla birlikte diğer yaratıcı alanlara sağladığı katkı ve ilham, şehri temsil ederken sunduğu farklı yaklaşım veya yazarın şehirle kurduğu yakın ilişki gibi kriterleri göz önünde bulundurduk.
Batı edebiyatındaki İstanbul tahayyüllerini incelerken fantastik öykülerden bilim kurguya, grafik romanlardan casusluk hikâyelerine kadar farklı türlerde eserleri bir araya getirdik. Örneğin, 1547 tarihli Bertrand de La Borderie’nin şiirlerinden, 19. yüzyılda Pierre Loti’nin Aziyadé romanına, Eric Ambler’in gerilim romanlarına kadar çok geniş bir seçki oluşturduk.

Kürasyon sürecine kitapları esnek çizgilerle türlerine ayırmakla başladık. Sahneye veya beyazperdeye uyarlanmış, görsel malzemelerine ulaştığımız kitaplar galeride kendilerine daha çok yer buldu, öne çıktı. Eserlerin mevcut Türkçe çeviri ve uyarlamalarının Türkiye’de nasıl yankı bulduklarını kapsamlı bir arşiv çalışmasıyla yerel bir katman olarak ele aldık. Bunlara ek olarak sergilenen kitapları, kitapların ele aldığı ya da yazıldığı dönemi anlamaya ve bir bağlam oluşturmaya yönelik resim, gravür, fotoğraf, kartpostal, oyun, afiş gibi pek çok farklı türde yapıtı da seçkiye dahil ettik.
“1547 tarihli Bertrand de La Borderie’nin şiirlerinden, 19. yüzyılda Pierre Loti’nin Aziyadé romanına, Eric Ambler’in gerilim romanlarına kadar çok geniş bir seçki oluşturduk.”
Sergi 16. yüzyıla kadar uzanıyor, haliyle çok uzun bir dönemde çalıştınız. Yüzyıllardır göçlere, kültürel kırılmalara ev sahipliği yapan şehrin bugününü nasıl yorumluyorsunuz? Uzun yıllardır Beyoğlu’nun eski Beyoğlu olmadığını söyleriz; şehirde aynı kalan, kültür-sanat sahnesinde değerini yitirmemiş neler var sizce?
E.E.S.: Seçkideki tematik kürasyonla, farklı yüzyıllardan kitaplarda bulunan devam eden temsilleri, bir örüntü oluşturabilecek kadar tekrar eden konuları, varsa kırılmaları takip etmek mümkün. Örneğin, Pera, yani günümüzde Beyoğlu olarak isimlendirdiğimiz yer, 19. yüzyıldan bu yana kültür-sanat alanındaki önemini koruyor. Edebiyat dahil farklı yaratıcı alanlar için üretim merkezi, arka plan ve konu olarak popülerliğini yitirmeden günümüze gelmiş. Bölge, özellikle 1850’lerden sonra gelişmiş; elçilik binalarının inşa edilmesiyle tarihi yarımadadan farklı, Batılı bir çehre kazanmış. Pera’dan bahsedilen birkaç alıntıya galeri duvarlarında yer verdik.
1810 tarihli elyazması bir şarkı, Eric Ambler’ın 1940’ta kaleme aldığı Journey into Fear’dan yaptığımız alıntılar, Pera’yı sergide daha görünür kılıyor. Aynı zamanda, kitaplara eşlik eden yağlıboya ve suluboya eserlerde de Pera manzaraları var. Özellikle, eşlerinin diplomatik görevi dolayısıyla bu bölgede vakit geçiren Violet Fane, Victoria Sackville-West ve Lady Montagu’nün edebi üretimlerinde Pera’nın baskın bir yeri var.

Ş.Ç.: Sergideki yapıtlara genel bir bakışla, en erken tarihli yapıtlardan daha yakın zamanlarda üretilmiş bilimkurgu romanlarına kadar, İstanbul’un siluet olarak sunduğu manzaraya kitaplarda cazibeli sözlerle yer verildiğini ve bunun süreklilik taşıyan bir anlatı olduğunu söyleyebiliriz. Bahsettiğiniz gibi sergide çok geniş bir tarih aralığından farklı türlerde üretilmiş yapıtlar olduğu için, aslında bu sorunuzda konularına veya dönemlerine göre bakışı daraltmak gerekiyor. Örneğin bir dönem İstanbul’da romantizm dendiğinde kayık gezintileri öne çıkıyor. Asya’nın ve Avrupa’nın tatlı suları denilen Göksu ve Kağıthane’deki gezintiler, romantik karşılaşmaların gerçekleşmesiyle özellikle Claude Farrère’in hikâyelerinde merkezi bir yer buluyor. Daha sonra üretilmiş yapıtlarda ise kayıklar yerini vapurlara bırakıyor. Bu değişim, sosyal yaşamın bir parçası olan kayık gezintilerinin günümüzde İstanbul’da gündelik yaşamdaki yerini düşündürüyor.
Bir diğer örnek olarak, casusluk romanlarında İstanbul’da yeni açılan oteller, restoranların hikâyelere dahil edildiğini takip etmek mümkün. Aynı şekilde bu türde, yazarların adeta bir gelenek olarak Şark Ekspresi’ni hikâyeye dahil etmeleri Sirkeci Garı’nı kitaplarda önemli bir mekân haline getirmiş. Bu bakımdan Sirkeci Garı’nın günümüzdeki konumu da değerlendirilebilecek yerler arasında.

Ziyaret edecek olanlara sergiden incelemeden çıkmamalarını önerdiğiniz eserler hangileridir?
E.E.S.: Seçkideki kitapların çoğunluğu yazar imzalı, ithaflı ya da ilk baskı kopyalardan oluşuyor. “Hikâye İstanbul’da Geçiyor”, nadir kitapların bir araya geldiği, her kitabın kıymetli olduğu bir sergi. Yine de bazı eserler biricik olmalarıyla öne çıkıyor. İzleyicilerin, galeride incelemeden çıkmamaları gerektiğini düşündüğüm yapıtlardan bir tanesi, Victoria Sackville-West’in otograf elyazması şiirleri ve bu şiirlerin daktilo edilmiş kopyaları (1913-1915) olur. Benzer şekilde, Pierre Loti müstear ismini kullanan Julien Viaud’un Aziyadé isimli kitabının eksiksiz otograf elyazması (y. 1877-1878) da kaçırılmamalı. Fransız yazan Jean Racine’in Bajazet başlıklı trajedisi içeren OEuvres de Racine (1697) sergideki görülmesinin şart olduğunu düşündüğüm kitaplardan. Tarihi, konusu ve seçkiye de sahne adaptasyonundan eklediğimiz görüntüleriyle dikkat çeken bir yapıt.

Ş.Ç.: Modern gerilim-casusluk romanının öncüsü kabul edilen Eric Ambler’ın kitapları bu türe merak duyanların incelemesi gereken eserlerden. Ambler şehri hiç görmediği halde İstanbul’u üç kitabında mekân olarak geçirir ve hepsinin de sinemaya uyarlanmış olması Ambler’ın kitaplarının gördüğü ilginin sonucu diyebiliriz. Bu roman türünde İstanbul’u Ambler kadar özümsemiş şekilde aktaran yok bence. Zaten bu türde pek çok yazar üzerinde önemli bir etki bırakmış, İngiliz Gizli Servisi ajanı, ölümsüz Bond karakterinin yaratıcısı Ian Fleming de Eric Ambler’dan ne kadar etkilendiğinden söz eder.
1960’lardan çarpıcı bir örnek ise Fransız yeni roman akımının kuramcılarından Alain Robbe-Grillet’nin 1963 yılında yayımladığı L’Immortelle, her sahnenin ayrıntılı olarak betimlendiği bir sineroman. Robbe-Grillet İstanbul’un Binbir Gece Masalları’ndan miras kalan egzotik gizemini, bir suç gizemine ustaca dönüştürüyor. Daha erken tarihli yapıtlardan fantastik öğeler taşıması nedeniyle Baron Munchausen’ın hikâyesi ayrı bir yer taşıyor. 1799 baskısını sergilediğimiz kitabın ana karakteri Munchausen dilden dile, bazen kulaktan kulağa anlatılarak daha da imkânsız hâle gelen bir dizi fantastik macera yaşamış. 20. yüzyıl boyunca bu hikâye, Georges Méliès de dahil olmak üzere yönetmenlerin ilgisini çekmiş; ancak sergide de değindiğimiz üç film hem Münchhausen’ı ve onun İstanbul’unu ele alışlarıyla hem kendi üretim hikâyeleriyle öne çıkıyor.