

Almanya’da yaşayan ve uluslararası alanda tanınan Türk sanatçı Kartal Karagedik, dinleyicisini müziğin zamansız mesajlarına doğru bir keşfe çıkarıyor.
Kartal Karagedik’in Helmut Deutsch ile birlikte kaydettiği albümü “Prometheus”, Prima Classics etiketiyle geçtiğimiz haftalarda yayınlandı. Karagedik, İzmir’den Bologna’ya uzanan eğitim hayatı, dünyaca ünlü ustalarla çalışmaları ve Prometheus’un ateşinden ilham alan sanat anlayışı ile sadece bir müzisyen değil, aynı zamanda bir hikâye anlatıcısı. Müziği, insanların hayatlarında bir ışık yakmak için verilmiş en değerli hediye olarak görüyor. Karagedik’le müziğin ve sanatın insan ruhuna dokunuşunu, kültürel farklılıkların sanata etkisini ve zamanın acımasızlığına karşı müziğin direnişini konuştuk.
Almanya’da yaşayan bir Türk sanatçı olarak, kariyerinizde kültürel farklılıkların nasıl bir etkisi oldu? Türkiye’ye geldiğinizde en çok neyi özlüyorsunuz?
Hamburg gibi büyük ve çok kültürlü bir şehirde yaşadığım ve sık seyahat ettiğim için, kendimi belirli bir ülkeye ait hissetmekten çok, klasik müzik kültürüne ait hissediyorum. Çalıştığım sanatçılar dünyanın dört bir yanından geliyor ve bu da bana bir Avrupa ülkesinde yaşamaktan çok, kozmopolit bir sanatçı olma hissi veriyor. Türkiye’de konser verdiğimde ise halkımızın duygusal yoğunluğunu ve bağlılığını çok net hissediyorum. Türkiye’deki seyircinin duygusal yoğunluğu benim için, dünyada hiçbir yerde olmadığı kadar özel.

Eğitiminizi İzmir Konservatuvarı ve Bologna’daki Accademia dell’Opera Italiana’da tamamladınız. Eğitiminizin sanatınıza nasıl bir katkı sağladığını düşünüyorsunuz?
Eğitimime önce İzmir’de başladım, ardından yüksek lisans için İstanbul Üniversitesi’ne gittim. İzmir D.E.Ü Devlet Konservatuvarı’ndaki ilk hocam Prof. Alper Kazancıoğlu’ydu. İstanbul Konservatuvarı’ndaki hocam ise Prof. Güzin Gürel’di. İki hocamdan da hem teknik açıdan sağlam hem de pedagojik olarak sağlıklı bir eğitim aldım. Bu eğitim, kariyerimin ilk adımlarından en üst noktasına kadar bana rehberlik eden temel unsurlardan biri oldu. Müzik bizim mesleğimizde hiç bitmeyen bir öğrenme süreci, hayat boyu devam eden bir yolculuk.
Daha sonra Bologna’daki Accademia dell’Opera Italiana’da eğitim aldım ve büyük ustalarla çalışma fırsatı buldum. İtalyanca’ya hakim oldum ve İtalyan operasının dilini içselleştirdim. İlk büyük sahne deneyimlerim de İtalya’da gerçekleşti ve bu benim için çok önemliydi.
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke..” dediğiniz bir şey var mı?
Hayatta “keşke” dediğim neredeyse hiçbir şey yok. Müzik ve hayat yolumu gayet güzel belirledi, beni hiçbir zaman “keşke” demek zorunda bırakmadı.
“Sanatçı olarak arzum, insanların içinde bir ışık yakmak”

Helmut Deutsch gibi dünyaca ünlü bir piyanistle çalışmak sizin için nasıl bir deneyim oldu? Ondan neler öğrendiniz?
Olağanüstü bir usta… “Lied” (Alman geleneğinden gelen, genellikle piyano eşliğinde söylenen şarkı) denince akla gelen, belki de yaşayan en büyük efsane Helmut Deutsch. Engin bilgisi ve deneyimiyle, bir eserdeki her notanın ve her kelimenin ardındaki anlamı öyle bir açıklıyor ki bazen prova sırasında iPad’imden bir şarkıyı söylerken bile kendimi, Schubert’in o anını yaşıyormuş gibi hissediyorum. Sanki loş bir mum ışığında, sararmış kâğıt üzerinde, tüy kalemiyle notaları yazan Schubert’in yanındayım.
Helmut’un müziğe yaklaşımında en önemli nokta, bestecinin yazdığına olabildiğince sadık kalmak. Hiçbir nüansı, noktayı, virgülü kaçırmamak. Müziği sadece bir ses değil, bir hikâye olarak ele almak ama bunu bestecinin verdikleriyle, onun dışına çıkmadan yapabilmek. Onunla çalışmak bana, müziği daha derin dinlemeyi, stile ve detaylara daha fazla odaklanmayı öğretti. Helmut’tan öğreneceklerimin sonu yok.
Prometheus, Tanrılardan ateşi çalarak insanlığa büyük bir hediye sunarken aynı zamanda büyük bir bedel de ödemek zorunda kalıyor. Bir sanatçı olarak siz, Prometheus’un bu seçiminde kendinizden bir şeyler buluyor musunuz?
Prometheus, Zeus’un yasağını delerek insanlara ateşi getiren Titan’dır. Ateş, sadece ısı ve ışık değil, aynı zamanda yaratıcılık, bilgi ve özgürlüğün simgesidir. Bunun bedelini, zincire vurulup her gün bir kartal tarafından ciğerinin yenmesiyle ödemiştir. O ateş aynı zamanda insanın yaratıcılığını ve dolayısıyla sanatı sembolize ediyor. Bir sanatçı olarak arzum, insanların içinde bir ışık yakmak ve onlara bir hikâye aracılığıyla ilham vermek. Müzik, bu yolda karşıma çıkan en büyük hediye. Ben o ateşi ne tanrılardan çaldım, ne de insanlığa getirdim. Benim katkım, sadece ateşin yayılmasına yardımcı olmak.

Schubert’in “An Schwager Kronos” parçasında zamanın farklı bir yüzünü keşfediyorsunuz. Bu keşif sizin için ne ifade ediyor?
Saatler bana her zaman bir Titanı hatırlatır; Kronos, yani zamanın ta kendisi; Krono, Kronograf, Kronometre, Kronoloji, Senkronize ve birçok zamanla ilgili kelime ismini aslında bu Titan’dan alır. Titanlar, evrenin ilk devleri olarak güçleriyle her şeyin sınırlarını zorladılar. Ancak aralarındaki en korkunç ve en güçlü olanı, zamanın kendisi olan Kronos’tu. Bu Titan’ın en karanlık özelliği, kendi çocuklarını yemesiydi. Burada, zamanın ne kadar acımasız olduğunu görüyoruz. Hep ilerler, hep akar ve durdurulamaz.
Albümümün son şarkısı “An Schwager Kronos”ta ise Schubert, zamanın Titanı Kronos’u farklı bir yüzünü keşfeder. Schubert’in müziğinde, hayat bir yolculuk gibi akar. İlk adımlar, gençliğin tedirgin başlangıcını ve arayışını yansıtır. Ardından, zamanla birlikte bir yükselme başlar; gençlik, güç ve tutkunun zirvesine ulaşır. Ama bu yolculuk, bir dağa tırmanmak gibidir. Zirveye ulaştıkça bir düşüş de başlar. Zaman geçer, yaşlanma kaçınılmazdır. Ancak Goethe ve Schubert, bize şunu hatırlatır: Zamanın geçişini kabullenmek, yaşlanmayı bir kayıp olarak görmek değil, bir zaferdir.
“Schubert’in müziği içimizdeki öfke ve özgürlük duygusunu bugün de yansıtıyor”

Schubert’in müziğinin ve mitolojik temaların yüzyıllardır tekrar tekrar anlatılması ve söylenmesi gerektiğini vurguluyorsunuz. Peki, sizce bu eserlerin zamana meydan okuyan ve günümüze kadar ulaşan evrensel mesajları nelerdir? Bu mesajlar, modern dinleyicide nasıl bir karşılık buluyor sizce?
Schubert’in müziği ve mitolojik temalar, aslında insanın temel duygularına, özgürlük arayışına ve yaşam mücadelesine hitap eden mesajlar taşıyor. Bu eserler, yüzyıllar boyunca hep tekrar edildi çünkü insanın içindeki bu evrensel duygular hiç değişmedi. Schubert’in müziğiyle duyduğumuz dram, bir insanın içsel dünyasını anlattığı gibi, toplumsal sorunlara karşı duyulan öfkeyi ve özgürlük isteğini de yansıtıyor.
Bugün, bu müzik ve temalar hâlâ dinleyiciyi etkiliyor çünkü her dönemde insanlar benzer duyguları ve zorlukları yaşıyor: Özgürlük, kimlik arayışı, adalet. Bu yüzden Schubert’in müziği ve mitolojik figürler, dinleyiciyi bir şekilde hep kendi iç yolculuğuna çıkarmaya devam ediyor. Onlar, bugüne kadar ulaşan ve hâlâ bizimle olan evrensel bir bağı kuruyor.

Franz Schubert ve Johann Mayrhofer arasındaki dostluk, iki farklı karakterin ve düşünce yapısının bir araya gelerek sanatsal anlamda nasıl bir etkileşim yarattığını gösteriyor bize. Bir nevi takım olarak çalışmanın gücü… Sizin üretim sürecinizde size destek veren, yüreklendiren, iyi hissettiren bir takım arkadaşınız var mı?
Bu albümün hazırlıkları gerçekten çok yoğun geçti, iki yılı aşkın bir süre boyunca repertuar ve program hazırlığı, büyük bir ekip çalışması oldu. Mayrhofer ve Schubert’in ilişkisi gerçekten çok karmaşık, kaotik ve hatta travmatik. Ama benim için tam tersi. Çünkü eşim Maria, aynı zamanda bir müzisyen de olduğu için karar verme aşamalarında bana çok büyük destek verdi. Çalışmaların en zor zamanlarında, onun müzikal fikirleri ve desteğiyle her şey çok daha kolaylaştı. Bütün bu süreçte onun yanımda olması bana güç verdi.
“Müzik bana her zaman güzel kapılar açtı”

Genç ve yetenekli bir sanatçı olarak, gelecek hedefleriniz neler ve müzik kariyerinizde neler başarmak istiyorsunuz?
Beni hâlâ genç saydığınız için çok teşekkür ederim! Aslında 40 yaşındayım, ama Schubert’in 31 yaşında hayatını kaybettiğini düşününce yaşım ona göre baya bir ileri. Gelecek hedeflerime pek odaklanmıyorum aslında. Başarı önemli tabii ki, ama başarı benim için, salondaki birkaç kişinin duygularına hitap edebilmek, onlara ilham verebilmek ve belki de o “tüylerim diken diken oldu” denilen duyguyu uyandırabilmek. Bunun dışında kendime zorunlu hedefler koymuyorum. Müzik her zaman güzel şeyler getirdi, güzel kapılar açtı ve umarım böyle devam eder.
Müzik dışında neler yapmayı seviyorsunuz? Ya da şöyle sorayım: Müziğinizi beslemek için ne gibi şeyler hayatınızda yer alıyor, size ilham veriyor?
Müzik dışında bir de fotoğrafçılık var hayatımda, ikinci kariyerim diyebilirim. Bu yıl iki kişisel sergi açtım, birinin hazırlıklarını da yapıyorum. Fotoğraf ve müzik arasındaki benzerlikler beni çok cezbediyor. Işık ve gölgeyi, müzikteki gibi, fotoğrafta da ana öğe olarak kullanıyorum. Hayatımda bu kontrastlar çok önemli ve onları şarkı söylerken hissettiğim gibi fotoğraf çekerken de hissediyorum. Ayrıca Jung’un arketipik psikolojisine büyük bir ilgi duyuyorum, bu alan da hayatımın merkezinde yer alıyor. Resim yapmayı da seviyorum. Dostluklar, sanat, eşim ve kızım bana hem müzikte hem hayatta ilham veriyor. Onlarla geçirdiğim zaman, beni besleyen en önemli şeylerden biri. Hayatımdaki her şey sanatıma da yansıyor.
Everest’ten Arktik’e Uzanan Bir İsim: Mediha Didem Türemen
Kerem Görsev: “Müziğe Sığınıyorum”
Murat Cem Orhan: “Sanatımın Bedenimden Uzun Yaşamasını İsterim”