Çek heykeltıraşlar Vlastimil Beránek ve Jaroslav Prošek’in eserlerinden oluşan Yeraltının Kapıları sergisi Yerebatan Sarnıcı’nın mistik atmosferini sanatla buluşturuyor.
Platon’un mağara alegorisini hatırlar mısınız? Zincirlenmiş insanların, karanlık bir mağarada, arkalarında yanan bir ateşin duvara yansıttığı gölgeleri gerçeklik olarak algıladığı o derin düşünce deneyini… Peki ya biz? Modern dünyanın karmaşasında, kendi mağaralarımızın duvarlarına yansıyan gölgeleri mi gerçeklik sanıyoruz? Teknolojinin ışıkları altında, sosyal medyanın yansımalarıyla mı oyalanıyoruz? Gerçekliğin ne kadarını görüyoruz ya da görmek istiyoruz?
Platon, bu alegoriyle bizi gerçeğin ve bilgeliğin peşine düşmeye davet eder. Gölgelerin ötesine bakabilmek, zincirleri kırıp mağaradan çıkabilmek cesaret ister. Dışarıda bizi bekleyen ışık, ilk başta gözlerimizi kamaştırır, alışık olmadığımız gerçeklik bizi rahatsız eder. Oysa bu rahatsızlık, bilginin ve hakikatin ışığıdır… Mağaradan çıkan insan, geri döndüğünde diğerlerine gerçeği anlatmak ister, ancak onlar için bu anlaşılmaz ve kabul edilemezdir. Belki de bizler, kendi mağaralarımızda oturup, gölgeleri izlerken, dışarıdaki gerçekliği reddedenlerdeniz.
Bu düşünceler ve aylardır ziyaret etmemiş olmanın özlemiyle İstanbul’un kalbine, yerin altına saklanmış bir hazineye, Yerebatan Sarnıcı’na iniyoruz. 1500 yıllık bu eşsiz yapı, tıpkı Platon’un mağarası gibi karanlık ve gizemli… Sütun ormanında dolaşırken, o rutubeti derince soluduğumu söylesem bir çoğunuz bana deli diyebilir. Fakat bunu yaptığımda geçmiş zamanı da içime çekiyormuş gibi bir tatmin hissi kaplıyor içimi… Geçmişte Bizans İmparatorluğu’nun su ihtiyacını karşılamak için inşa edilen bu sarnıç, bize geçmişle bugün arasında bir köprü sunuyor. Ve sanki bir adım fazla atsak geçmişe geçecekmişiz gibi…
Bu mistik ortamda, suyun yansımalarıyla birlikte, yeni bir sergi bizleri bekliyor: “Yeraltının Kapıları – Geçiş ve Yansıma ile Mekâna Dokunma; Vlastimil Beránek“. Dr. Mahir Polat ve Miroslav Kroupa küratörlüğündeki sergi, sarnıcın atmosferini sanatla pekiştiriyor.
Çek heykeltıraşlar Vlastimil Beránek ve Jaroslav Prošek‘in kristal heykelleri, sarnıcın suyu ve taşlarıyla etkileşime girerek yeni bir gerçeklik oluşturmuş. Eserlerin malzemesi olan camın saydamlığı ve katılığı, suyun akışkanlığı ve taşın sağlamlığıyla birleşerek ziyaretçilere farklı bir perspektif sunmuş. Camın kırılganlığı ve ışığı yansıtma özelliği, suyun içinde adeta bir illüzyon yaratıyor. Bu illüzyonla anlıyoruz ki, algılarımız bizimle dalga geçiyor.
Vlastimil Beránek’in çalışmaları, camın sınırlarını zorlayan bir anlayışa sahip. Sanatçı şeffaflık ve yansıma üzerinden insanın iç dünyasını, duygusal dalgalanmalarını, düşüncelerin karmaşıklığını anlatmayı amaçlamış. Camın içinde donmuş gibi görünen hareket, aslında insanın içsel yolculuğunun bir metaforu.
Beránek, 1960 yılında Çek Cumhuriyeti’nde, cam sanatının merkezi sayılabilecek bir bölgede doğmuş. Cam ustası bir babanın oğlu olarak, bu büyülü malzemeyle genç yaşta tanışmış. Prag’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitimini tamamladıktan sonra geleneksel cam sanatının ötesine geçerek heykeltıraşlık ve camı birleştiren özgün bir tarz geliştirmiş. Eserlerinde kullandığı camın içine doğanın formlarını, denizin dalgalarını, rüzgârın esintisini hapsetmiş. “Kristalin Şarkısı” adlı serisinde, camın içinde müziğin ritmini görsel bir şölene dönüştürürken “Zamanın İzleri” koleksiyonunda ise, tarihsel dokuları ve anıları camın şeffaflığıyla birleştirmiş. Camın kırılganlığı ve dayanıklılığı arasındaki dengeyi kullanarak, insan ruhunun kırılganlığı ve gücünü yansıtmış… Bu oldukça güçlü…
Jaroslav Prošek’in eserlerinde ise tarih ve malzeme arasındaki ilişki ön plana çıkıyor. Yaklaşık 6.000 yıl önce Mezopotamya’da üretilen camın, aynı döneme ait yarı fosil meşe ağacıyla buluşması, geçmişle bugünün suların altında buluşması gibi. Prošek, 1975 doğumlu genç bir heykeltıraş. Prag Güzel Sanatlar Akademisi’nde aldığı eğitimle, cam sanatına yenilikçi bir yaklaşım getirdi. Eserlerinde, malzemelerin tarihsel ve kültürel bağlamlarını araştırdı. “Kökler” serisinde, antik meşe ağacını camla birleştirerek, geçmişin izlerini bugüne taşıdı. Camı, zamanın ve hafızanın bir taşıyıcısı olarak kullanarak, tarihsel anıları yeniden canlandırdı.
Sergiyi dolaşırken, sarnıcın mistik atmosferiyle eserlerin uyumu dikkat çekiyor. Suyun üzerinde yüzen kristal heykeller, ışığın kırılmasıyla farklı yansımalar oluşturuyor. Bu yansımalar, gerçeğin ne kadar katmanlı ve değişken olabileceğini hatırlatıyor. Tıpkı Platon’un mağarasındaki gölgeler gibi, gördüklerimiz belki de sadece birer yansımadan ibaret. Gerçeğin tam olarak ne olduğunu anlayabilmek için, farklı perspektiflerden bakmamız gerekiyor.
Sergiden bağımsız ama Yerebatan’dan bağımsız olmayan Medusa’nın bulunduğu alana geliyoruz. Biri yan, diğeri ters duran Medusa başları insan olmanın karmaşıklığını hatırlatmıyor mu? Medusa, güzelliğin ve gücün sembolüyken, cezalandırılıp bir canavara dönüştürülmesiyle, toplumun yargılarının ve cezalarının bir yansıması değil mi?Aynı zamanda güç ve korku arasındaki ilişkiyi de hatırlatıyor sanki… Bizler kendi hayatımızda hangi güzellikleri ve potansiyelleri korkularımızla cezalandırıyoruz?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘nin ev sahipliğinde, İBB Miras ve İBB Kültür iş birliğiyle düzenlenen “Yeraltının Kapıları” sergisi, 30 Kasım’a kadar Yerebatan Sarnıcı‘nda ziyaretçilerini bekliyor. 1500 yıllık tarihin içinde, sanatın ve felsefenin iç içe geçtiği kısa bir yolculuk yapmak isteyenlere…