İdeal şehir hiç kuşkusuz İstanbul. Silivri’den Tuzla’ya kadar, her santimetrekaresini seviyorum. Bu kentin ışığı, enerjisi, başka yerde yok.
Mimari projelerden ilhamla ürettiği eserlerinden, akademik kariyerine, üç boyutlu eserlere ve İstanbul’a uzanan bir düzlemde Sinan Logie ile sohbet ediyoruz…
Sinan Bey, zamanla aranız nasıl?
Zaman benim için elastik, bükülebilir bir kavram. Ne kadar yoğun olursam, o kadar çok eylem gerçekleştirebiliyorum. Gevşeyip yavaşlarsam, neredeyse hiçbir şey üretecek vakit bulamaz hale geliyorum. Yani, zihnimiz zamanı ve mekanı bükebiliyor.
Karantina süresi boyunca akıl sağlığınızı yerinde tutmanıza yardımcı olan şey neydi?
Büyük şansım atölyemin evime 7 dakika yürüyüş mesafesinde olması. Benim için aslında çok üretken bir sene oldu. Bu yüzden hiçbir zaman bir zihinsel çöküş yaşamadım. Ayrıca, atölyem oldukça geniş, bu mekan kısıtlı sayıda misafir ağırlamamı da sağlıyor; böylece bu kaçış alanı, az da olsa sosyal hayatımı sürdürmeme yardımcı oldu.
Evde kaldığınız süre içerisinde en çok ne yaptınız?
Sanat pratiğimin dışında akademisyen olduğum için, çevrim içi dersler ve o derslerin yükümlülükleri ile ilgilenmen gerekti. Pek boş vaktim olmadı aslında…
Malum, karantinayla birlikte deyim yerindeyse her şeyin dijitalleştiği bir dünya düzenine girdik. Haliyle mekanlar bile dijital platformlara taşındılar, zaman kavramımızı yitirdiğimiz gibi mekan kavramına da sadece evimizden bakar olduk. Bu durumu mimari açıdan nasıl yorumlarsınız?
Online etkinlikler bir şekilde çeper kentlerde yaşayan insanların daha kolayca kültürel aktivitelere ulaşmasını sağladı, bunu değerli buluyorum. Ama öte yandan, bu dönemin mimarlık üstünde büyük bir etkisi olacağını düşünmüyorum. Pandemik kriz on yıl sürse de, kentler ve binalar pek değişmeyecek. Bunları yüzyıllar boyunca deneyerek ve yanılarak ürettik, bu düzen böyle devam eder diye düşünüyorum.
Mimari kariyerinize ek, mimari bağlamda şekillenen sanat pratiğiniz, gençliğinizde Ankara’da geçirdiğiniz günlerden Belçika’ya ve İstanbul’a uzanan bir düzlemde şekilleniyor. Sizce ideal şehir neresi ya da böyle bir şey var mı?
İdeal şehir hiç kuşkusuz: İstanbul. Silivri’den Tuzla’ya kadar, her santimetrekaresini seviyorum. Bu kentin ışığı, enerjisi, başka yerde yok.
Yapıların farklı planlarını ve kesitlerini, farklı tekniklerle tuvale aktarıyorsunuz. Bu soyut mekanlar hayal dünyanızda nasıl şekilleniyor?
“Akışkan yapılar” başlığı altında ürettiğim tüm işleri, hayatımın zihinsel durumlarıyla bağlamaya çalışıyorum. Her üretim safhasını, yeni bir “faz” olarak tanımlıyorum. Son yıllarda bu üretim, İstanbul’da deneyimlediğim kentsel durumların, bir dışavurumu olarak anlamlandırılabilir. Bu imgeler ve deneyimler çok farklı ölçeklere tekabül ediyor, bir mimari detaydan bir gecekondu mahallesinin ara sokaklarına kadar uzanan mekanları kapsayabiliyor. Bu süreç mekan-beden-zihin üçgenine yoğunlaşan bir içe ve dışa bakış durumu olarak görülebilir. Bu yolculuk esnasında, malzemenin üretim sürecindeki başına gelebilecek bozulmalara izin veriyorum. Bu noktada, eylemlerimizin bıraktığı izler, yani kişisel sorumluluklarımız sorgulanıyor.
Eserleri sadece mimari çizimlerle sınırlı tutmayıp, mimari malzemeleri de eklediğiniz eserleriniz var. Bir sonraki adım 3 boyutlu tablolar olabilir mi?
Evet, zaten son zamanlarda boyanın içine farklı inşaat malzemeleri ekleyerek renkleri tuvalin yüzeyinden kopardım. Bu eğlem 3 boyutlu heykellere veya yerleştirmelere doğru yöneltti beni. Bir şekilde resim, beni küstüğüm mimarlık pratiğim ile barıştırdı.
Her baktığınızda üzerinizde farklı duygular uyandıran bir yapı var mı?
Sedad Hakkı Eldem’in Zeyrek’teki SSK binası kesinlikle! Bir modernist yapının çevresindeki kentsel doku ile bu kadar bütünlük içinde tasarlanmış olması, dünyada görülmemiş bir olay.
İstanbul’dan sonra hayatınızı devam ettirmek istediğiniz farklı bir şehir var mı?
Bir yere gitmek istemiyorum. Ama zorunda kalırsam, Akdeniz havzasında kalırım, Atina veya Roma olabilir… Ama hiç gerek yok!