Orhan Pamuk’un çizdiği resimlerle dolu not defterleri, 17 Mart 2024’e kadar İtalya’daki özel bir sergide, ünlü yazarın hayatının derinliklerine dalmak isteyenlerle buluşuyor.
“Dedem inşaat mühendisiydi, amcam ve babam da öyle. Kuzenlerim ve ben inşaat mühendisi olmak için yetiştirildik. Nedense ilkokulda çizim ve resim yapmaya başladım. Herkesin çok hoşuna gidiyordu, ben de çok mutluydum. Çizdim, çizdim, çizdim. 15 yaşıma geldiğimde birisi İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girip mimarlık okumamı önerdi.”
22 yaşına kadar resimle ilgilenen Orhan Pamuk, Le Corbusier gibi çok yönlü bir sanatçı olacağını düşünürken bir anda resmi bırakıp roman yazmaya başlamış. “İçimdeki ressamı öldürdüğümü düşünüyordum ama yaklaşık 30 yıl sonra yeniden ortaya çıktı,” diyen yazar, yeniden alevlenen resim aşkını, kelimelerinden fazla uzak tutamamış.
“54 yaşındayken bir kırtasiyeye girdim ve çocukluğumla gençlik yıllarımda resim yapmak için kullandığım boyalar, kalemler, malzemelerden aldım. Fakat utangaçtım. Sevilen, ünlü bir yazardım ama bir de resim yaptığımı söylemek istemiyordum. Bu yüzden küçük defterlere renkli resimler yapmaya başladım. Tıpkı çocukluğumda resim yaparken olduğu gibi mutluydum. Resim yaparken, duş alırken batıyormuş gibi hisseden biri gibi hissediyorum. Ama yazarken daha ciddi, daha korkusuzum. Defterlerim bu iki çelişkili hali yansıtıyor; resimlerimin verdiği mutluluk ve her gün fikirlerimi yazıp kayıt altına almanın verdiği mutluluk. Bu defterler, hayatımı içeriyor. Defterlerim yanımdaysa çizim masamı da yanımda taşıyormuşum gibi hissediyorum.”
Şimdi, bu defterleri, 2022 tarihli Uzak Dağlar ve Hatıralar kitabının ardından bir sergide yakından görme ve onlardan ilham alma şansına sahibiz. İtalya, Parma’daki Masone Labyrinth –hem dünyanın en büyük labirenti hem de bir kültür merkezi– Nobel Edebiyat Ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un pek bilinmeyen bir yönünü gözler önüne seren, sıra dışı “Orhan Pamuk: Words and Images” sergisine ev sahipliği yapıyor. Bu özel defterlerden on iki tanesi, Edoardo Pepino küratörlüğünde, NEO (Narrative Environments Operas) işbirliğiyle sergiye özel tasarlanan galeri alanlarında sergileniyor.
Pamuk’un sergi için verdiği hatta bazı bölümlerini sayfalarımıza da taşıdığımız röportajlardan görüntüler de içeren projede, yazarın resimle olan derin ilişkisine yakından bakıyor, yazmak ile çizmek arasındaki bağlantının detaylarını keşfediyoruz. Renklerin kelimeler yeterli olmadığında nasıl yardıma koştuğunu, bu iki alan arasında aslında uçurumlar olmadığını, hatta resim ve yazının tam tersine güçlü köprülerle birbirlerine bağlı olduklarını görüyoruz.
“Günlük tutmak, özellikle de dünyanın benim yaşadığım kesiminde, çok mahrem bir eylem. Genelde insanlar yaşananları kendilerine hatırlatmak için günlük tutuyorlar. Gizli bir dünya. Kocaman, mahrem bir dünya.”
Pamuk’un ilk defter çizimleri 2009 yılına uzanıyor, en yenileriyse 2023’ten. Grafik üretimi kesintisiz devam eden yazar, not defterlerinin sayfalarında görsel şiirler, rüya-vari sahneler, seyahat notları saklıyor. Yaşarken günlüklerini yayımlatma fikrini ilk hayata geçiren kişi, Fransız yazar André Gide’di (yakın zamanda Orçun Türkay çevirisiyle yayımlandı). Max Frisch’ten Peter Handke’ye pek çok yazar, günlüklerini yayımlama fikrine sıcak bakmış, iç seslerini dünyayla paylaşmayı tercih etmişlerdi. “Benim yaptığım da bu modern fikre katkı sağlamak,” diyor Pamuk.
“İçimdeki sanatçılar –ressam ve yazar– birbirleriyle kavga veya çatışma halinde değiller. Aynı şeyi temsil ediyorlar. Sanatçı olan yazarları seviyorum, William Blake gibi. O, sayfayı iki şekilde görür: Sayfada hem görselin hem de şiirin yeri vardır. Bu benim için de çok önemli. Keşke ben de iki alanda da güçlü ve mutlu olabilsem. Hem yazan hem çizen bir sanatçı için bu iki aktivite, farklı yollardan aynı amaca hizmet eder. Bazen çok resim yaptığımda yorgun hissedip yazmak istiyorum, bazen de çok yazdığım bir günün akşamında resim yapıyorum. Bir sayfa gördüğümde, resimlerin ve yazıların birbirini tamamladığı bir kompozisyon düşünürüm.”
Geçmiş zamanlarda, özellikle de Asya’da, yazı ile resim birbirinden farklı düşünülen olgular değillerdi. Çoğu yazıtta imgeler ve kelimeler birlikte görülüyordu. “Bu, biz modernlere garip gelebilir. Mesela Dürer meşhur otoportresinin etrafına ‘Ben, Albrecht Dürer; şu yıldayız, otoportremi çiziyorum’ gibi şeyler karalamıştı,” diyen Pamuk, resim yapmak ile yazmak arasında dramatik bir fark görmüyor.
“Resme hep manzarayla başlanır. Ben de İstanbul’daki Boğaz manzaralı evimin penceresinden bir manzara görüyorum. Cihangir Camii’nin iki minaresi adeta manzarayı çerçeveliyor. Bu manzarayı o kadar çok resmettim ki… Bir süre sonra zihniniz değil de eliniz hatırlıyor. İmzam haline geldi, hep aynı manzarayı çiziyordum. Renkler ve detaylar değişiyordu ama ortaya çıkan şey, aynı manzaranın farklı versiyonlarıydı.”
Serginin ilk odasında, yazarın kendi seçtiği defterlerin sayfaları sergileniyor. Defterlerin zengin içeriğini daha geniş kapsamda sunan dijital ekranlar sayesinde yazıları okuyabiliyor, sayfaları çevirebiliyorsunuz. İkinci odaya geçtiğinizde, Orhan Pamuk’un resimlerinden ve yazar kimliğiyle bağdaşan noktalarından bahsettiği bilgilendirici bir röportaj sizleri bekliyor.
“Hayatım boyunca İstanbul’da yaşadım. Hayatım Boğaz’daki tekneleri izlemekle geçti. Çocukluğumda tekneleri doğru şekilde çizmeye büyük önem gösteriyordum. Ağabeyimle teknelerin detaylarına dikkat eder, siluetinden hangi tekne olduğunu anlamaya çalışırdık. Tıpkı kitaplarımda olduğu gibi resimlerimde de İstanbul doğal olarak başrolde. Çünkü her gün güzel İstanbul manzarasına yukarıdan bakarak büyüdüm. Manzarayı seyrederken yazmayı, resim yapmayı seviyorum. İstanbul benim öznelerimden biri. İstanbul hakkında yazan bir yazar olduğumun, eserlerim farklı dillere çevrilip yayımlanana kadar farkında değildim. Uluslararası eleştirmenler bana ‘İstanbul yazarı’ demeye başlamıştı. Sadece bir İstanbul yazarı değilim, küçük İstanbul manzaralarını resmeden bir İstanbul ressamıyım da aynı zamanda.”
Serginin sonuna yaklaştıkça, yazarın iç dünyasına daha fazla dahil oluyoruz. Son oda, Pamuk’un yaşadığı evden ilham alınarak tasarlanmış. Evinin penceresinden görünen İstanbul manzarasının izlerini, bu taklit evin her köşesinde hissedebiliyorsunuz. Evin pencerelerine yansıtılan, kimi zaman üst üste binen altı seçilmiş resim, gerçekleri ve rüyaları birbirine katan bir etki yaratıyor insanda. Pamuk’un anılarında da sıkça bahsettiği büyük, ağır Türk halıları, ziyaretçilerin etkileşime geçip yakından inceleyebilmesi ve yazarın kişisel dünyasına daha yakından bakılabilmesi için alanda sergileniyor.
“Tıpkı müziğin en saf sanatsal aktivitelerden biri olması gibi, manzara resimlemenin de resim sanatının en saf hali olduğunu düşünüyorum. Gördüklerinin metafiziksel anlamını, dünyadaki yerinizi çözmeye çalışıyorsunuz. Ayrıca manzara resimlerken zamanı, aidiyeti, var olmayı da dışa vuruyorsunuz. Manzara sadece gerçekliği yansıtmak değildir, ona duygu katmaktır da. Bir manzara resminin güzelliği, gözünüz ona değdiğinde içinizde uyanan hisle ölçülür.”
Orhan Pamuk’un defterlerinin izleyicilerle buluştuğu bu sergiden alınan ilhamla, Pamuk başta olmak üzere pek çok sanatçının tercih ettiği not defterleriyle tanınan Moleskine ve Franco Maria Ricci bir işbirliğine giderek sınırlı sayıda üretilen bir “konsept katalog” tasarladı. El yazısı kadar evrensel, aynı zamanda da fazlasıyla kişisel bir eylem olmadığını savunan Moleskine, insanları tıpkı Pamuk’un yaptığı gibi defterlerine hayatlarını, rüyalarını, iç dünyalarını dökmelerini amaçlıyor.
“Bana bazen ‘Orhan, resim yaptığını görüyorum ama edebiyat sana yetmiyor mu? Kelimeler dünyayı yansıtmaya yetmiyor mu?’ diye soruyorlar. Resim yapma tutkusunu tanımayan birinin soracağı negatif bir soru bu. Resim ve edebiyat alakasız değildir, tam tersine aynı amaca hizmet ederler. Ne yazık ki lise müfredatı, bu iki sanatı birbirinden ayırır. Lisede bir resim öğretmenim vardı. Resimlerimi çok sever, tüm sınıfa ‘Orhan çok yetenekli’ derdi. Ama beni azarlar, ‘Orhan resimlerin üzerine yazı yazma’ da derdi. Galiba bütün hayatım, o resim öğretmenimle savaşarak geçti.”