
Mimari şaheserler, çığır açan tasarımlar ve gökyüzüne uzanan hikayeleriyle mutlaka görmeniz gereken 11 modern binayı keşfedin.
Bauhaus – Dessau, Almanya
Döneminde modernist harekete öncülük eden ve günümüzde de modern mimarinin en etkili eserlerinden biri olarak kabul edilen Bauhaus binası, günümüzden tam 100 yıl önce Walter Gropius tarafından tasarlanıp inşa edildi. İşlevsellik ve estetiği birlikte yansıtan bu yapının tasarımı asimetrik yerleştirilen ve birbirine bağlanan kanatlardan oluşuyor. Geniş cam yüzeyleriyle karakterize bir görünüme sahip olan binanın özellikle atölye kanadının köşelerinden devam eden cam cephesi ona ‘havada süzülüyormuş’ izlenimi katıyor. Günümüzde müze ve araştırma merkezi olarak hizmet sunan Bauhaus, 1996 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dahil edildi.

Dünyanın En İyi 10 Tasarım Okulu
Bir Devrin Hikâyesi: Pera Palas
Dünyanın En Güzel Göl Manzaralı Otelleri
Salk Enstitüsü – California, ABD
Louis Kahn tarafından tasarlanan ve modern mimarinin en etkileyici örneklerinden biri olarak kabul edilen Salk Enstitüsü, minimalist ve monolitik tarzıyla günümüzde halen popülerliğini koruyor. Kahn, beton ve tik ağacını bir araya getirerek zamansız bir estetik oluştururken binanın en çarpıcı noktasını simetrik yerleştirilen laboratuvar kanatları arasındaki geniş avlu olarak belirlemiş. Pasifik Okyanusu’na açılan ince su kanalıyla vurgulanan bu avlu, meditatif bir atmosfer sunar. Salk Enstitüsü sahip olduğu tüm özellikleriyle sadece bilimsel araştırmalar için değil, aynı zamanda mimari mükemmeliyet açısından da bir başyapıt olarak kabul ediliyor.

Casa Mila – Barselona, İspanya
Art Nouveau gibi estetik odaklı bir tasarım döneminin neden kısa ömürlü olduğu sizce de sorgulanması gereken bir durum değil mi? Casa Milà, ünlü Katalan mimar Antoni Gaudí tarafından 1906-1912 yılları arasında Barselona’daki Passeig de Gràcia Bulvarı üzerinde inşa edildi. Organik ve dalgalı cephesiyle dikkat çeken yapının cephesinde kullanılan doğal taşlar ve dökme demirden yapılmış balkon korkulukları, deniz dalgalarını ve yosunları andıran eşsiz bir estetiğe sahip.

Binanın iç kısmında, güneş ışığının maksimum seviyede kullanılmasını sağlayan iki avlu bulunuyor. Bu avlular, yapının iç mekanlarının aydınlık ve ferah olmasına maksimum seviyede etki ediyor. Çatı katına ulaştığımızda ise modern heykelleri andıran sıra dışı bacalar hak ettikleri üne sahipler. Bu bacalar Gaudí’nin doğadan ilham alan tasarım anlayışının nişaneleri. Casa Milà, yapıldığı dönemde alışılmışın dışında tasarımı nedeniyle ‘La Pedrera’ yani taş ocağı lakabını almış. Tasarım meraklıları ve kültür meraklıları için adeta bir mabet destinasyonu olan yapı, 1984 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilmiş ve günümüzde kültürel etkinliklere ev sahipliği yapmasının yanında ziyaretçilere açık.

Notre Dame du Haut – Ronchamp, Fransa
Le Corbusier, modern mimarinin en etkileyici eserlerinden bazılarını tasarlayan bir deha olarak tanınıyor ve çalışmaları arasındaki Ronchamp Notre-Dame Şapeli’nin ayrı bir yeri var. 1950-1955 yılları arasında inşa edilen bu yapı, geleneksel dini mimariden uzaklaşıp heykelsi ve organik formlarıyla bambaşka bir deneyim sunuyor.

Şapelin kalın, kıvrımlı duvarları ve dalgalı beton çatısı sağlam ve hafif bir his yaratıyor. İç mekanda düzensiz yerleştirilmiş pencerelerden süzülen ışık, mistik bir atmosfer oluştururken bina çevresiyle uyum içinde adeta doğayla bütünleşiyor. 1950’lerin katı doğrusal mimari anlayışına güçlü bir kontrast sunan yapı yalnızca bir ibadet mekanı değil, aynı zamanda bir sanat eseri gibi tasarlanmış. Bu şapel 2016 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilerek mimari önemini tescilledi.
Guggenheim Müzesi – Bilboa İspanya
Dekonstrüktivist mimarinin en çarpıcı örneklerinden biriyle tanışmak istiyorsanız Frank Gehry’nin tasarladığı Guggenheim Müzesi aradığınız yapı. Titanyum panellerle kaplı akıcı ve kıvrımlı formu, binaya adeta hareket kazandırıyor. Tasarımında doğadan ve gemi yapım tekniklerinden ilham alınan yapı, Bilbao’nun sanayi mirasına ve liman geçmişine görsel bir gönderme yapıyor. Gün ışığıyla sürekli değişen yansımalar oluşturan titanyum panellerse binaya dinamik bir görünüm kazandırıyor. Müze, Nervión Nehri kıyısındaki eğimli araziye uyum sağlayacak şekilde tasarlanmış. İç mekanda, geniş bir atriyum etrafına yerleştirilen sergi salonları kesintisiz bir akış sunuyor. 50 metre yüksekliğe ulaşan atriyum, doğal ışığı iç mekana taşıyarak ferah ve davetkar bir atmosfer yaratıyor. En ilgi çekici tasarım özelliklerinden biri de Gehry’nin esneklik anlayışına uygun olarak, sergi alanları sanat eserlerine göre düzenlenebilecek şekilde planlanmış.

Guggenheim yalnızca bir müze değil aynı zamanda şehri dönüştüren bir simge. Tek bir binanın Bilbao’yu Avrupa’nın en önemli kültür ve turizm merkezlerinden biri haline getirdiği söylenebilir. Müzenin çevresi de en az içi kadar etkileyici: Jeff Koons’un çiçeklerle kaplı dev köpeği Puppy ve Louise Bourgeois’nın ikonik örümcek heykeli Maman, binayla bütünleşerek müzeyi bir açık hava sanat alanına dönüştürüyor.

Louvre Müzesi – Paris, Fransa
Bir müzenin mimarisi, içinde barındırdığı sanat eseri kadar ikonik olabilir ve Paris’teki Louvre Müzesi bunun kanıtı. Louvre Müzesi, Paris’te yer alan ve mimari evrimi yüzyıllar süren bir başyapıt. Başlangıçta 12. yüzyılda Kral Philippe Auguste tarafından bir savunma kalesi olarak inşa edilen yapı, 16. yüzyılda I. François döneminde Rönesans tarzında bir kraliyet sarayına dönüştürüldü.

1989 yılında müzenin ana girişine eklenen cam piramit, Çin asıllı Amerikalı mimar I. M. Pei tarafından tasarlandı. Hatta bu konuyla ilgili ilginç bir bilgi paylaşacak olursak cam piramidin, projede çalışan ilk Fransız olmayan mimar tarafından inşa edildiğini söyleyebiliriz. Bu modern yapı, 21,6 metre yüksekliğinde tam 603 eşkenar dörtgen ve 70 üçgen cam panelden oluşuyor. Geleneksel mimariye eklenen modern piramit estetik bir yenilik sunmasının yanında müzenin girişini genişleterek ziyaretçi akışını kolaylaştıran bir detay olarak öne çıkıyor.

Sidney Opera Binası – Sidney, Avustralya
Jørn Utzon’un tasarladığı Sidney Opera Binası mimarlık ve mühendisliği olağanüstü bir şekilde birleştiriyor. En dikkat çekici özelliği yelkenleri ya da açılmış bir istiridyeyi andıran kabuk şeklindeki çatısı. Bu kabuklar standart inşaat teknikleriyle inşa edilemeyecek kadar karmaşık olduğu için özel olarak geliştirilmiş prefabrike beton elemanlarla hayata geçirildi.

Ancak ikonik bir yapı ilan edilmeden önce yapım sürecinin birçok taşlı yoldan geçtiğini söylemek mümkün. Utzon, 1957’de projeyi kazandığında pek çok zorlukla karşılaştı ve 1966’da görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Yıllar sonra 1999’da projeye geri döndü ve bina 2004’te tamamlanan restorasyon sürecinin ardından yeniden açıldı. Burası sadece bir opera sahnesinden ibaret değil; konumu da onu benzersiz kılıyor, Sidney Limanı’nın kıyısında su ve gökyüzüyle bütünleşen etkileyici bir siluet oluşturuyor. Sanat ve kültürün kalbi olan bu yapı, Avustralya’nın ulusal kimliğinin bir simgesi haline geldi. Prestijli konserlerden tiyatro prodüksiyonlarına kadar birçok etkinliğe ev sahipliği yaparken, yerli Aborjin sanat ve müziğini de destekleyerek kültürel mirasa katkıda bulunuyor.

Petronas İkiz Kuleleri – Kuala Lumpur, Malezya
Petronas İkiz Kuleleri, Kuala Lumpur’un simgesi haline gelmiş modern mühendisliğin bir şaheseri. 452 metre yüksekliğiyle 1998-2004 yılları arasında dünyanın en yüksek binaları unvanını taşıyan kuleler, mimar César Pelli tarafından tasarlandı. İslam mimarisinden esinlenen yapı, sekiz köşeli yıldız formundaki zemin planıyla birlik, uyum ve istikrarı simgeliyor. Dış cephede cam ve paslanmaz çelik kullanılarak ‘güneşte parıldayan elmas’ etkisi yaratılmış oldu.

41. ve 42. katlar arasında, 170 metre yükseklikteki çelik köprü (skybridge), kuleleri birbirine bağlarken ziyaretçilere şehrin panoramik manzarasını sunuyor. İnşaatı biraz çizgi dışı bir sürece sahip; kuleler iki farklı firma tarafından inşa edilerek rekabet ortamı yaratılmış oldu ve proje planlanandan daha kısa sürede tamamlandı.

The Shard – Londra, İngiltere
The Shard, Londra’nın silüetinde nispeten yeni olsa da kısa sürede ikonik bir yapıya dönüştü. Renzo Piano’nun tasarladığı bina, demiryolları, yelkenli gemi direkleri ve klasik resimlerden ilham alarak modern ve görkemli bir forma sahip. ‘Dikey şehir’ konseptiyle inşa edilen yapı, 28. kata kadar ofislere, 31-33. katlar arasında restoranlara, 34-52. katlar arasında Shangri-La Hotel’e ve en üst katlarda ultra lüks rezidanslara ev sahipliği yapıyor. Hatta otelin banyolarından bile Londra’nın büyüleyici manzarası izlenebiliyor. Binanın zirvesi tamamlanmış bir çatı yerine yukarı doğru açılan cam panellerle tasarlanarak dinamik ve tamamlanmamış bir form hissi yaratıyor.

The Shard tasarımının yanında sürdürülebilir yapısıyla da dikkat çekiyor. Enerji ihtiyacının yüzde 95’i yenilenebilir kaynaklardan sağlanırken, yağmur suyu toplama ve geri dönüşüm sistemleriyle çevreci çözümler sunuyor. Tüm bu özellikler yan yana geldiğinde onu yüzyılın öne çıkan en ikonik yapılarından biri haline getiriyor.

Dünya Finans Merkezi – Şanghay, Çin
Şanghay Dünya Finans Merkezi (SWFC), gökdelenlerin sadece yüksek olmakla kalmayıp akıllıca tasarlanabileceğinin en iyi kanıtlarından biri. 492 metre yüksekliğindeki bu dev yapı, Pudong’un ikonik üçlüsünü tamamlayan Jin Mao Kulesi ve Şanghay Kulesi ile birlikte gökyüzüne meydan okuyor. Bina, en çok üst kısmındaki dev trapezoid açıklık ile tanınıyor. İlk başta dairesel bir tasarım düşünülse de Çin hükümeti bu detayın Japon bayrağını anımsattığını belirterek değişiklik talep etti ve bugünkü form ortaya çıktı. Bu boşluk sadece estetik bir detay değil; aynı zamanda rüzgâr yükünü azaltarak yapıyı daha dengeli hale getiren önemli bir etken.

İç mekanda ofisler, lüks mağazalar, restoranlar ve oteller yer alırken, en çarpıcı bölümlerden biri 100. kattaki cam tabanlı gözlem güvertesi. 474 metre yükseklikten Şanghay manzarasını izlemenin epey cesaret isteyen bir deneyim olduğunu söylememize gerek yok sanıyoruz. Başa dönecek olursak inşaat süreci de oldukça olaylıydı. 1997’de başlayan proje, Asya finans krizi nedeniyle tam altı yıl durakladı ve ancak 2003’te devam edebildi. Gecikmeye rağmen 2008’de tamamlandığında büyük beğeni topladı ve ‘Dünyanın En İyi Gökdeleni’ ödülünü kazandı. SWFC, mavi ışıklarla vurgulanan üst açıklığı sayesinde geceleri ayrı bir ihtişama bürünüyor. Ayrıca Feng Shui prensiplerine uygun olarak tasarlanarak enerji akışını dengeleyen detaylarla inşa edilmiş. Yani hem mühendislik harikası hem de ruhu olan bir gökdelen!

Burj Khalifa – Dubai, BAE
Burj Khalifa, 828 metre yüksekliğiyle yalnızca dünyanın en yüksek binası olmakla kalmıyor, aynı zamanda mühendislik, mimari ve kültürel anlamıyla da göz kamaştırıyor. Adrian Smith tarafından tasarlanan yapı, BAE’nin sevilen çiçeği örümcek zambağından ilham alarak üç yapraklı bir formda şekillendirildi. Hız denildiğinde de özel bir konuma sahip olan binanın asansörleri saatte 64 km hızla hareket ederek 163 katı sadece bir dakikada çıkabiliyor.

Zirve deneyimi mi? 148. kattaki ‘At the Top Sky’ gözlem terası, 555 metre yükseklikten Dubai’nin nefes kesici panoramik manzarasını sunuyor. Aynı zamanda çevre dostu olan bina, günlük 946.000 litre suyu geri dönüştürerek sürdürülebilirliğe katkıda bulunuyor ve güneş ışığını optimize eden özel cam panellerle enerji tasarrufu sağlıyor. Kısacası bu kule yalnızca bir bina değil; incelikli tasarımın gökyüzüne uzanan ihtişamlı imzası.
