Olağanüstü bir oyuncu, unutulmaz bir ses, hayranlıkla izlenen bir bilgi deryası… Dahası Ayla Algan hayatı bir performans gibi yaşayan, her anın biricikliğini değerlendiren bir yaratıcılık ustası…
Var olanı reddetmekle başlayan bir süreç; yaratıcılık. Olanı eleştirmek, eleştirisinin gerekçelerini bilmek, savunmak, başkaldırmak… Paris’te hiç bilmeyenlere Yunus Emre şiirleri okumak da, Türk bir kadın olarak Kızılderililere dair şarkılar söylemek de, yepyeni metodlarla izleyici karşısına çıkmak da bunun bir parçası. Her an, kıyasıya bir mücadele. Kimi zaman toplumla, kimi zaman üstleriyle, kimi zamansa sadece kendiyle. Rollo May eğer haklıysa ve yaratıcılık, ölümsüzlük için duyulan bir özlemse; Ayla Algan kuşkusuz bu özlemi âlâsıyla dünyaya haykırmış bir isim. Şimdi elinin değdiği her oyuncuda, ayağını bastığı her sahnede, beraber çalıştığı her genç nefesle yaşamaya devam edecek bir isim.
YOLUNA IŞIK TUTAN BİR ANNE
Giritli bir anne babanın kızı Ayla Algan. Babası Vedat Kasman, Girit’te son derece varlıklı bir aile içinde büyürken 18 yaşında İstanbul’a gelir, beş kuruşu olmadan. Yunanca bilgisiyle telgrafhanede iş bulan Kasman, daha sonra tüccarlığa başlar ve Perşembe Pazarı’nın ilk hırdavatçısı olur. İstanbul’da doğmuş Giritli bir ailenin kızı olan annesi Nevzat Kasman ise resme olan ilgisini babası Mustafa Kazım Kavur sayesinde keşfeder. Yeteneği daha küçük yaşlarda keşfedilen Kasman, İbrahim Çallı’nın ısrarıyla Sanayi-i Nefise Mektebi’ne ikinci sınıftan başlar. Okul döneminde aldığı heykel, seramik derslerinin yanı sıra modaya olan ilgisiyle stilistlikte de iddialıdır. İstanbul’un ilk Türk terzihanesinin sahibi Kasman, “Patron Nevzat” markasıyla model ve couture üretir. Resimden para kazanamaz ama ödüllü bir sanatçıdır. Algan’ın birçok farklı disiplinde kendini göstermesinde esin kaynağı olan Nevzat Hanım 1930’lu yıllarda plağa alınmış beş tangonun da icracısıdır. Algan, zamanının ötesinde bir anne, fedakar bir babanın tek kızı olarak bale, şan, piyano eğitimleri alır, ressamlar, şairlerle büyür.
ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK, ÇOK RENKLİLİK
Algan, genlerinden gelen Türk ve Yunan zenginliğiyle büyürken bir yandan da babasının Büyükada’da tuttuğu evlerde farklı kültürlerle tanışır. Ermeni, Rum, Yahudi komşularıyla birlikte yaşadığı anları sıklıkla hatırlar. Çocukluğunu geçirdiği Beyoğlu’nun kozmopolit ortamı, ona Chopin’i öğreten Fransız dadısı ile daha küçük yaşlarda farklı kültürlerin zenginliğini keşfeder. Batılı büyür, ama Anadolu’dan da vazgeçmez. Yunan Tanrıları yerine Anadolu Tanrıları’nı oynamış olmasının sebepleri de Anadolu’ya hayranlığında yatar.
“Bu dijital çağ içinde, sizler de merak edin, düşünün, araştırın, belki yeni egzersizleri, yeni tanımlamaları, benim bulamadığım yeni kahramanları siz bulursunuz.”
YARIM ASIRLIK YOL ARKADAŞLIĞI
Algan’ı, Beklan Algan’sız düşünmek imkânsız. 53 yıllık evlilikleri, sayısız üretimle zenginleşmiş bir yol arkadaşlığı. Notre Dame De Sion’da ortaokul eğitimini tamamlayan Algan, lise eğitimi için Versailles’a yakın bir okula gider. Liseyi bitirip Türkiye’ye döndüğünde kutlamayı hak eden bir genç kızdır. Bir yılbaşı gecesi katıldığı partide dans ederken Beklan Algan’la tanışır. Sevmediği mühendislik eğitimi için Amerika’ya gitmek üzere olan Beklan Algan’la sadece yedi ay sonra, henüz 19 yaşındayken evlenir. Birlikte Amerika’ya giderek yeni bir hayata yelken açan ikili burada tesadüf eseri tanıştıkları bir oyuncu sayesinde New York Actor Studio Actor’s Repertuary Theatre’s of Broadway’i keşfeder. Genç oyuncuların atölyelerine gide gele tiyatroyla ilişkileri pekişen çift, burada sahne eğitimi alan ilk Türk sanatçılar olur. “Off Broadway” tarzıyla aldıkları eğitimler, sahne deneyimleri ve bolca alkışla geçen Amerika serüveni esnasında hayatlarını değiştirecek bir olay yaşanır ve 1960 yılında Muhsin Ertuğrul’la tanışırlar. Bu tanışıklık, o gün bir sonuca varmaz ancak Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Şehir Tiyatroları’nın kapısını açar. 1966 yılında Muhsin Ertuğrul’un istifasına kadar devam eden süreçte, Beklan-Ayla Algan çifti burada, kimsenin seçmediği metinleri çalışır, yeni reji yaklaşımlarını benimser ve yepyeni bir tiyatro anlayışının temellerini atar.
TİYATRODA BAŞKALDIRI
Ayla Algan’ın Türk seyircisiyle ilk karşılaşması 1961 yılında “Tarla Kuşu” oyunu ile olur. Jean d’Arc’ı oynayan Algan, ülkesinde alkışlarla karşılanır. İkinci oyun ise “Sartre’ın Sinekler”i olur. Her oyunda insan olmanın gerçeğine korkusuzca bakar ve toplumsal sorunlara çözüm yolları ararlar. 1961 yılında Muhsin Ertuğrul yönetimindeki “Hamlet”te hem Hamlet’i, hem Ophelia’yı canlandırır. İstanbul Şehir Tiyatroları, Dostlar Tiyatrosu derken sayısız role giren Algan, 1964’te beyazperdeye adım atar. Yönetmenliğini Ertem Göreç’in yaptığı, senaryosu Vedat Türkali’ye ait “Karanlıkta Uyananlar” filmi, işçi sendikaları, grev konularını ele alır ve zamanının çok ötesinde olduğuna dair yorumlar alır. 1966’da Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Ah Güzel İstanbul”da ilk kez başrol oynar. Beyazperde de onu sever ancak hem onun, hem de Beklan Algan’ın aklı sahnelerde kalır. Tiyatroyu, oyunculuğu, yaratıcılığı var eden öğelerin nasıl güncele uyarlanacağını araştırır. Moda olanın değil, çağdaşlaşmanın peşindedir. Tiyatronun olmazsa olmazı oyuncu ve seyircinin birlikte geliştiği, formasyonla ilerlediği, beraber yaratıcılık sınırlarını aştığı bir tiyatro dünyasının temellerini atarlar. LCC Tiyatro Okulu ile başlayan girişimleri, BİLSAK ve TAL gibi oluşumlarla devam eder. Birçoğu zaman içerisinde olanaklara, günün koşullarına yenilse de yakın zamanda Kadir Has Üniversitesi kapsamında online bir eğitim sürecine dönüşecek TAL, Algan çiftinin ismiyle yaşar.
OLYMPIA’DA İLK TÜRK: AYLA ALGAN
Onu başında yemenisiyle “Koca Öküz”ü seslendirirken ya da sarı saçlarını savurarak söylediği “Hamsi Balığı”yla hatırlamak mümkün. Kuşkusuz yöresel şiveleriyle söylediği bu eğlenceli türkülerle milyonlara ulaşır. Algan, Zeki Müren’in ısrarıyla girdiği müzik dünyasında da en az oyunculuk kadar başarılı olur. 1971 yılında Paris’in ünlü konser salonu Olympia’da çıkan ilk Türk sanatçı olmakla kalmaz, tüm dünyayı tasavvufla da tanıştırır.
YUNUS EMRE VE “SEVİ”
1972’de Turizm Bakanlığı’nın isteği üzerine Yunus Emre’nin 650. yıldönümü için bir albüm hazırlar. Bu albüm onun Yunus Emre’yi dünyaya tanıtmasını sağlamakla da kalmaz, kızının adıyla yaşayacak bir Yunus Emre aşkını da alevlendirir. İnsanın doğa içinde düşünsel ve bedensel olarak varlığına kafa yoran Algan, Yunus Emre’nin şiirleriyle büyür, olgunlaşır. Fransızca, İngilizce ve Almanca olarak söylediği şarkılar plaklarla ölümsüzleşir.
MERAK VE İNAT
Algan, hayatı boyunca merakını hiç kaybetmez. Yeni bir disipline, yeni bir role, yeni bir fikre olan açlığından ödün vermez. 2020 yılında verdiği bir röportajda “Şu anda bir şey yapamamanın sıkıntısı içerisindeyim. Zaman zaman düşünüyorum. Halide Edip gibi çıksam Sultanahmet’te konuşma mı yapsam diye” der. Bilmeye, anlatmaya hevesli.
İNSAN SEVGİSİ, TÜRKİYE SEVGİSİ
Geçtiğimiz yıl Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabı “Yaratıcı Oyuncu, Yaratıcı İnsan”la bir kez daha hayatın anlamının yaratıcılıktan geçtiğinin altını çizen Algan, insanın ölüm korkusunu dahi bu şekilde yendiğini söyler. Ama sanatın, tiyatronun politikayla ilişkisini de genç yaşta keşfetmiştir. Amerika’da yaşadıkları dönemde her şeyi yoluna koymuşken 1960 darbesiyle yangın yerine dönen ülkelerine dönme sebepleri politiktir. “Ülke böyleyken Amerika’da kalmak olmaz” diyerek Türkiye’ye dönen çift 1980 yılında Berlin’de Tuncel Kurtiz, Şener Şen ve Macit Koper’le birlikte İşçi Tiyatrosu’nda oynar. Düşünmeye, sorgulamaya iten yaklaşımları, konvansiyonel üretimden hoşlananların canını sıksa da onlar izleyicileri tarafından çok sevilir. Çoğu zaman ilk kez yapılan işler onların elinden çıkar. Sevilmemek, eleştirilmek değil de anlaşılmamaktan korkar. Bu yüzden belki de sohbetlerinde çoğu zaman tatlı bir ses tonuyla “Anladın?!” diye sorar. Muhtemelen yanıtı biliyordur aslında. O kendini ifade etmiş, bir ömrü anlamaya, anlaşılmaya adamıştır.