Clara Simon’un Altın Ayı Ödüllü filmi “Alcarràs”, 41. İstanbul Film Festivali’nin en çok konuşulan filmlerinden biri oldu.
“İri sert çekirdeğim yeni bir yaşam düşüncesindeydi. Birkaç dakika sonra artık şeftali olmaktan çıkmıştım, oysa çekirdeğim yeniden yeşermeyi düşlüyordu.” Bir Şeftali Bin Şeftali, Samed Behrengi
Bir zamanlar köyün birinde Ali ve Mehmet adında iki küçük çocuk yaşarmış. Bu iki küçük çocuk, köy ağasının bahçesindeki ağaçlardaki şeftalileri yemeyi düşler, kendi topraklarındaki bu olgun şeftalilere neden erişemediklerini düşünürlermiş. Bu, öykücü Samed Behrengi’nin Bir Şeftali Bin Şeftali masalında anlattığı, Ali ve Mehmet meyvelerini yiyebilsinler diye bir şeftali çekirdeğinin toprağın altında nasıl uyuyup beklediğinin ve mevsim bahara dönünce kabuğunu yarıp da filiz verdiğinin hikâyesi. Bana Samed Behrengi’nin bu masalını anımsatan ise Katalonya’nın Alcarràs köyünde nesillerden beri şeftali yetiştirip çiftçilik yapan Solé ailesinin hikâyesi, yani Clara Simon’un Altın Ayı Ödüllü “Alcarràs”ının hikâyesi.
“Ailem şeftali yetiştirdiği için filmde işlediğim bu konu kalbime çok yakın bir yerlerde. Sıkıntı içindeki aileyle kendimi bir hissettim ve ailenin içinde bulunduğu çaresizliği filmde göstermek istedim.”
Clara Simon
72. Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı Ödülü’yle dönen “Alcarràs”, Clara Simon’un “93’ Yazı”ndan sonra gelen ikinci filmi. 6 yaşındayken anne ve babasını AIDS’ten kaybeden ve amcasıyla yaşamaya başlayan Simon ,“93 Yazı”nı çocukluğunda yaşadıklarından ilhamla çekmiş ve annesi AIDS’ten ölen bir kız çocuğunun gözünden hem AIDS’i hem de bir çocuğun yas sürecini anlatmıştı. 2017 yapımı “93’ Yazı”, Berlin Film Festivali’nde En İyi İlk Film Ödülü’nü kazandırmıştı yönetmene. 41. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Alcarràs” ise yeşil ve sarı tonlarının hakim olduğu uçsuz bucaksız Katalonya arazilerinde bir kartpostal görünümüyle açılıyor; üç küçük çocuğun hurda bir araba içindeki oyun sahnesiyle başlayan film, henüz açılış sahnesinde çocuklara odaklansa bile anlatısını bu sefer bir çocuk kahraman gözünden kurmuyor. Sahnenin devamında büyük bir kepçenin bu hurda arabayı kaldırmaya gelmesiyle çocukların oyunu sona eriyor. Ve böylece, hurda aracın araziden kaldırılması yalnız çocukların oyununun değil, nesillerden beri bu arazi üzerinde çoğunlukla şeftali hasat ederek çiftçilik yapan Solé ailesi için de bir devrin sona erdiğinin simgesi oluyor.
Solé ailesinin en büyük kuşağı dede Rogelio’ya bu arazi, yıllar evvel Alcarràs’ın varlıklı ailelerinden Pinyollar tarafından verilmiştir. 1930’lu yıllarda süren İspanya İç Savaşı sırasında devrimciler çiftçilerin emeğini sömüren toprak ağalarını tehdit ederken Rogelio, Pinyol ailesini evlerinde saklamış ve bu vefanın karşılığında da Pinyollar, ailenin bugün üzerinde çiftçilik yaptığı toprakları vermiştir. Ne var ki, o dönemler işletme hakkı için belge verilmediğinden Rogelio’nun elinde işletme hakkının bulunduğu bir belge ya da tapu yoktur. “Alcarràs”, Pinyol ailesinin son mirasçılarının bu geniş arazi üzerinde güneş panelleri kurmak üzere devretmeye karar vermesiyle Solé ailesinin içinde bulunduğu çaresizliği yalın ve şiirsel bir dille anlatıyor. Yaz sonuna kadar araziyi Pinyollara devretmek zorunda olan Solé ailesinin toprakları üzerindeki son şeftali hasadını izliyoruz.
Simon’un toplumsal gerçekliği lirik bir dille işleyerek kurduğu anlatı belli bir zaman diliminde gösterilmiyor; Solé ailesinin hikâyesi dün de, bugün de yaşanıyor olabilir, oldukça zamansız kurgulanmış. Filmde aslolan, çiftçilerin kapitalist düzene karşı verdikleri mücadele, aile içinde yaşanan çatışmalar ve günbegün kaybolan çiftçi emeğiyle birlikte yok olan topraklar. (Filmin bir kısmında, civardaki çiftçilerin emeklerini karşılamayan satış politikalarına karşı yaptıkları toplu eylem sahnesini de görüyoruz.) Simon, hikâyesini anlatırken belirli bir zamana odaklanmadığı gibi anlatıcı olarak tek bir kahraman üzerinden ilerlemiyor. Bir yanda araziyi çekip çeviren büyük oğul Quimet’in içinde sıkışıp kaldığı çaresizliği hissederken bir yandan da dede Rogelio’nun hatıralarını, şeftali ağaçları ve üzüm bağlarıyla çevrili bu toprakların geçmişini dinliyoruz. Rogelio’nun toprağıyla olan bağı, mırıldandığı eski bir Katalanca şarkı, nasıl dikildiğini anlattığı incir ağacı gibi pek çok nüans toprak ve insan arasındaki güçlü bağı dramatize edilmeyen duygulu bir gerçeklikle hissettiriyor. Yönetmenin bir kartpostal güzelliğindeki bahçelerde anlattığı bu hikâye, bundan yıllar evvel toprak ve toprak üzerinde işleyen insanlar için söylenmiş Nâzım Hikmet dizelerini getiriyor akla:
“Dedim ki: bak
bak başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
(…) Dedim ki, bak
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak.”
Dede Rogelio’nun toprakla kurduğu bağ ile çiftinin toprağında neden direngen olması gerektiği hissettirirken son kuşakların da arada kalmışlığını göstermeyi ihmal etmiyor Simon. Lisede okuyan Roger’in çiftçiliğe merak duymasına rağmen babası Quimet’in sürekli okuldaki başarısı üzerinden iğnelemesi, anne Dolores’nin bu kriz döneminde anaç bir tavırla aileyi bir arada tutmaya çalışması ve bu geniş ailenin hala, enişte, kuzenlerden oluşan diğer üyelerinin hikâyeye yansıması… “Alcarràs”, bu farklı kuşakların her birine odaklıyor kamerasını. Şeftali bahçelerinde geçirdikleri bu son hasatta tüm aile bir belirsizliğin ortasında savaş verse de Simon, evin geniş masasında güneşin üzerlerine battığı bir akşam sofrası kurmayı da ihmal etmiyor. Tüm çatışmalara ve güneş panellerinin kurulmasıyla yakın gelecekte kendilerini bekleyen belirsizliklere rağmen Solé ailesi, kendi üzümlerinden yaptıkları şarapların kadehlere dolduğu, güneşin sofralarına battığı bir akşamda aynı sofrada olmayı başarabiliyor.
Simon hem ailesinden hem de Katalonya’daki çiftçilerden yola çıkarak, toprakları için direnen bir çiftçi ailenin öyküsünü anlatıyor “Alcarràs”ta. Bunu yaparken pastoral manzaraları yakaladığı uzun çekimleri göz doldurarak kullandığı gibi, karakterlerin duygularını da incelikle sahneye taşımayı başarıyor, üstelik kamerası oldukça geniş bir aileyi sığdırıyor merceğine. Tüm ailenin evlerinin bahçesinde yeşil ve uzun şeftali ağaçlarını izledikleri son sahne ile film biterken şu soruyu soruyorum kendime: Her şeye rağmen tüm aileyi bir arada tutan şey, mevsimi geldiğinde ortadan yarılıp sürgün veren ballı şeftalilerin çekirdeği midir?