Kent hafızasındaki değişmeyen yeriyle İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin antrepodan müzeye dönüşen yüzünü MSGSÜ Mimarlık Fakültesi’nden Doç. Dr. Özge Gündem anlatıyor.
Uluslararası Müzeler Konseyi’nin (ICOM) belirlediği 18-24 Mayıs tarihlerinde her yıl tüm dünyada kutlanan “Uluslararası Müzeler Günü ve Haftası”; kültürel mirasımızı geleceğe aktarırken geçmişle aramızda köprü oluşturan en önemli kamusal yapıların başında gelen müzelerin önemini bizlere hatırlatıyor.
Tarihe tanıklık eden müzelerin işlevi zamanla değişerek 18. yüzyıldaki gibi sadece uygarlıkları temsil etme fikri ile sınırlı kalmamıştır. Günümüzün ihtiyaçları, müzecilik anlayışını teknoloji ve artan rekabetin de yarattığı ivme ile pazarlama stratejilerine dayanan, daha tüketici odaklı tasarlanan, sanal veya dokunulabilir hale gelmiş, temel işlevi olan eğitimin yapıların bütününe dahil edildiği iletişim odaklı sosyal bir kültür merkezine dönüştürmüştür.
AYA İRİNİ KİLİSESİ’YLE BAŞLAYAN SÜREÇ
Mimarlık, geleneksel koruma ve sergileme mekânları olan müzeleri 21. yüzyılda yeni bir boyuta taşımaya yardımcı olan en önemli araçtır. Bir zamanlar Osmanlı’nın hazine sandığı olan Aya İrini Kilisesi, Türk Müzeciliği hareketlerinin tarihini başlatırken, alan yetersiz kalınca Topkapı Sarayı’nın bir parçası olan Çinili Köşk (1472) de aynı işlevle (eserlerin korunması) kullanılmış.
Ressam Osman Hamdi Bey’in Müze-i Hümayûn’a müdür olarak atandıktan sonraki girişimleriyle mimar Alexandre Vallaury tarafından tasarlanan ilk müze yapısı olan İstanbul Arkeoloji Müzesi 1891’de hizmete açılmış. Neoklasik cephesiyle bilinen Vallaury imzalı müzeye 1903 ve 1907 yıllarında ek yapılar eklenmiş, 1900’lerin başında Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde de yeni müzeler kurulmaya başlanmış ancak ülkemizde ilk defa bir sanat müzesi kurulması fikri 1882 yılında kurulmuş olan Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi – MSGSÜ) ile ilişkilidir.
Türkiye’deki ilk plastik sanatlar müzesi olan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi (İRHM) Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatı ile Akademi’ye tahsis edilerek 1937’de Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’nde açılmış ve 2009’da başlayan restorasyon nedeniyle mekânsal yolculuğuna Tophane Meclis-i Mebusan Caddesi üzerindeki 5 No’lu Antrepo’da devam etmiştir. 1958 yılında tamamlanan, Sedad Hakkı Eldem imzalı, İstanbul’un mekânsal imajında yer edinmiş betonarme ızgara sistemli, karkasa gönderme yapan cephesiyle Antrepo 5 ve bitişiğindeki ofis blokları, 2012’de İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ne dönüştürülmesi amacıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne tahsis edildi ve Mimar Emre Arolat tarafından yeniden işlevlendirilerek 2019 yılında müze olarak ilk defa 16. İstanbul Bienali mekânlarından birisi olarak hizmete açıldı.
Kullanıcıların zihin haritasına yerleşmiş, kentin simgesel alanlarından birinde 50 yılı aşkın süredir ayakta duran bir yapının yıkılması ve yeniden kurgulanması kuşkusuz zor’un kabulüdür. Eski yapının Türk mimarlık tarihindeki önemi üzerinden ele alacak olursak Sedad Hakkı Eldem’in orijinal tasarımının korunmaması kimileri tarafından eleştirilirken kara ile deniz arasında bir set oluşturan, yıllardır içine girilemeyen ve işlevsizleşen antisosyal bir antrepo binasının kamusal bir kültür yapısına dönüşmesinin avantajları olduğunu da yadsıyamayız.
SEDAD HAKKI ELDEM’İN İZLERİ
Arolat ve ekibi mekânsal bellek kavramı üzerinden bölgedeki endüstriyel liman dokusunu bozmadan tasarımı yeniden yatay düzlemde ele almış. Yeni projede Eldem’in caddeye bakan ofis bloklarının cephesini ve mevcut taşıyıcı sistemini koruyarak, geçmişe referans veren bir biçimde kalan boşluklarda müze fonksiyon birimlerini çözmüş.
Mimarlıkta “yeniden kullanıma adaptasyon” olarak ifade edilen yöntem, işlevini yitirmiş binaları canlandırma ve eski yapıya yeni fonksiyon kazandırma amacı taşır. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde de tam olarak bu yöntemle galeriler arasında köprüler, geçişler, boşluklar ve ara mekânlar oluşturularak çağdaş müzeciliğin tasarım kriterlerine uygun bir biçimde dolaşım ağları sağlanmış ancak Eldem’inkine gönderme yapan post cephe ile sergileme alanları arasındaki galeri boşluğu sanki eski ile yeniyi birbirinden ayırt etmeyi fazlaca vurgulamış denilebilir.
Eldem’in ofis bloklarının yeni yapıda sadece eskisine benzer bir yüzey olarak kalması akıllara yeni Atatürk Kültür Merkezi’nin cephesini getiriyor. Kısmi koruma yöntemi ile orijinal ofis bloklarının sabit kalması projeyi nasıl etkilerdi ya da neden tercih edilmedi bilemiyoruz. Maurice Halbwachs’ın (1877-1945) kolektif hafızanın geçmişin bir imajı olduğu ve kentin, mekânlar aracılığıyla hatırladığı söylemi tam da bu projeyi anımsatıyor.
GALATAPORT’UN CAN SİMİDİ
Sergi salonları olarak kullanılan ve ana kütleye eklemlenmiş, farklı uzunluklarla dışarı taşan liman kültürüne gönderme yapan konteynırlar yapıya dinamizm katarken erişilebilirlik ve geçirgenlik ilkeleriyle de kamusal alanın ziyaretçilerle ilişkisi kuvvetlendiriliyor. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin İstanbul Modern Sanat Müzesi ile birlikte; kendisini bir kruvaziyer terminali olarak tanımlayan ama aslında turist akınına uğrayan lüks bir alışveriş merkezi olarak kimlikleşen Galataport sınırları içerisinde kalması elbette kültür sanat yapılarının tüm dünyada kent merkezleri veya meydanlarında konumlanma özelliğine zıtlık oluşturuyor.
Tarihi Paket Postanesi ve Karaköy Yolcu Salonu’nun uğruna yıkıldığı, kıyı şeridi ile kentlinin arasına kruvaziyer gemileri ile restoranların girdiği Galataport projesinin can simidi haline gelen İstanbul Resim ve Heykel Müzesi aslında müze mimarisinde yakaladığı başarı ile bir tüketim mekânı haline gelmiş bölgede, ziyaretçilere sürpriz olarak beliriyor. WAF (World Architecture Festival) 2022 Mimarlık Ödülleri’nde eski yeni kategorisinde kısa listeye giren, antrepodan müzeye dönüşen yapıda, geç Osmanlı’dan günümüz sanatına binlerce eserden oluşan koleksiyonları görme ve mekânın sergileme alanlarında sunduğu başarılı gezinti deneyimini kaçırmamak gerekiyor.