Saatolog.com.tr

Saatolog.com.tr Logo

Bir Büyüme Hikâyesi: “Dünyanın En Kötü İnsanı”

21 Mayıs 2022
Bir Büyüme Hikâyesi: “Dünyanın En Kötü İnsanı”

Joachim Trier’in Oslo Üçlemesi’nin son filmi “Dünyanın En Kötü İnsanı”, geçtiğimiz Cannes’da prömiyerini yaptığından beri son zamanların en çok beğenilen filmlerinden biri oldu. Bugünlerde MUBİ’de gösterime giren “Dünyanın En Kötü İnsanı”na bir kere daha yakından bakıyoruz.

Kalabalık bir partide insanlardan uzaklaşmış ve balkonda tek başına sigara içen genç bir kadın (neden bilmem, bu cümle bana “Uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın” dizelerini anımsatıyor.) Joachim Trier, Oslo Üçlemesi’nin son filmi “Dünyanın En Kötü İnsanı”nın ilk sahnesini böyle açıyor. Kalabalıklardan uzaklaşmış, Oslo sokaklarına bakan bir balkonda tek başına sigarasını içen bir kadın, dünyanın en kötü insanı olabilir mi? Birer prolog ve epilogdan oluşan 12 bölümlük film, kendini ve yaşamı keşfetmeye çalışan genç bir kadının arzularının ve isteklerinin peşinden koşma hikâyesini, bu genç kadına ara sıra kendisinin “dünyanın en kötü insanı” olup olmadığı sorusunu sordurarak ilerliyor. Trier, “günümüzde aşk ve aşkta anlam aramakla ilgili bir film” olarak anlatıyor “Dünyanın En Kötü İnsanı”nı. Bir diğer yakıştırması ise kendini hâlâ büyümemiş hisseden yetişkinlerin hikâyesi.

Bir Büyüme Hikâyesi: “Dünyanın En Kötü İnsanı”

Danimarkalı yönetmen önceki filmlerinde olduğu gibi, “Dünyanın En Kötü İnsanı”nın senaryosunu da Eskil Vogt ile birlikte yazmış. Film, 20’li yaşların başında tıp fakültesinde okuyan genç kadın Julie’yi alıyor merkezine. Henüz açılış sahnesinde, bulunduğu partide herkesten uzakta düşünceli bir şekilde sigara içerken gördüğümüz Julie’yi, filmin devamında gelen geriye dönüş sahneleriyle hangi mesleği yapmak istediği konusunda yaşadığı kararsızlıklarla izliyoruz. Tıp fakültesini “insanların bedenlerine değil ruhlarına dokunmak” istediği söyleyerek bırakan Julie, ardından bir süre psikolog olmak için eğitim alıyor. Psikolog olmak istemediğini de keşfeden genç kadın en sonunda fotoğrafçı olmak istediğine karar veriyor. Julie’nin hikâyesi hayatta neyi keşfetmek istediğine odaklanarak açılıyor, ta ki meşhur karikatürist Aksel’le tanışana kadar.

Filmin ilerleyen bölümlerinde Julie’nin orta yaşlarında, çizdiği agresif karikatürlerle feminist çevrelerden tepki çeken Aksel’le olan ilişkisini görüyoruz. “Dünyanın En Kötü İnsanı”nın büyük bir bölümünü kapsayan bu ilişkide Julie’nin zamanla Aksel’in popülaritesi ve mesleki tanınırlığı arasında gölgeye dönüşen bir kadın haline gelmesi ve sonraları bir kitapçıda pek de üretici olmadığı bir pozisyonda çalışması, “Dünyanın En Kötü İnsanı”nın günümüzde aşk ve aşkta anlam arayan bir film mi, yoksa hayata karşı arzuları ve arayışları olan genç Julie’nin erkeğin baskın olduğu bir romantik ilişki içinde nasıl görünmez hale geldiğini anlatan bir film mi olduğunu düşündürüyor.

Aksel’in çocuk sahibi olmayı istemesi fakat Julie’nin kendini anneliğe hazır hissetmemesi romantik ilişkilerinin altında yatan en büyük dinamiklerden biri oluyor. Julie’nin annelik hakkındaki düşüncelerini ifade ettiği sırada, Aksel’in “Bir gün anne olmayı isteyeceksin, bunu biliyorum” demesiyle yetişkin bir erkeğin genç bir kadın üzerinde kendi tecrübesiyle kurmaya çalıştığı tahakkümü görüyoruz. Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri ise Julie’nin Aksel’den ayrılmadan öncesi. Julie ayrılık kararını açıklamadan hemen önce yönetmen anı durduruyor ve Julie’yi Oslo sokaklarında koşarken görüyoruz. Julie, o sırada daha önce rastgele gittiği bir partide tanıştığı ve adını bile bilmediği genç bir erkeğe koşmakta ve tüm zamanın durduğu Oslo’da hayat yalnız Julie ve Eivind için akmaktadır. Eivind’i bulan Julie sevgisinden emin olduktan sonra eve döner ve zaman yeniden olduğu gibi akmaya devam eder. Ve Aksel’den ayrılır.

Yazının girişinde andığım Attila İlhan şiirini bir kere daha anımsayıp “…Ayrılıklar da sevdaya dahil” diyebilirim çünkü yönetmen Julie ve Aksel’in ayrılığını bir tarafın sevgisinin bittiği ve bıçak gibi kesilen bir ayrılıktan ziyade her iki tarafın da yoğun duygular içinde aldığı bir karar olarak taşıyor ekrana. Zira Julie ayrılırken “Seni hem seviyorum hem sevmiyorum” diyor. Ayrılık sahnesinde Julie’nin bir kere daha birlikte olmak istediği kişi konusunda kaldığı kararsızlığı görüyoruz, tıpkı yapmak istediği işteki kararsızlığı gibi. Fakat ayrılık sahnesinde benim asıl dikkatimi çeken kısım, Aksel’in “Şimdi nerede yaşayacaksın?” sorusu oluyor. Annesinde yaşayacağını söyleyen Julie, ayrıldıktan hemen sonra Eivind’in evine taşınıyor.

En başından beri anlatısını içtenlikle kuran film, Julie’nin romantik ilişkileri ve hayata karşı duyduğu tereddütler arasında kim olmak istediğine odaklanıyor. Yönetmen her ne kadar filmin kadınlıkla ya da direkt kadın olmakla ilgili olmadığını söylese de, izlerken Julie’nin Aksel’le olan romantik ilişkisinin hayatına olan etkisini düşünmeden edemiyorum. Julie’nin hayatı keşfetmeye çalışırken Aksel’in yanı başında hüküm süren “erkek” şöhreti ya da kimi zaman maruz kaldığı mansplainingler bunun bir parçası oluyor. Fakat yine de film, kadın olarak var olmanın öyküsünü feminist bir bakış açısıyla anlatmak derdinde değil. Yönetmenin de dediği gibi, kendini hâlâ büyümemiş hisseden yetişkinlerin hikâyesini anlatıyor. Belki de başka bir deyişle, büyürken afallayan yetişkinlerin ara sıra durup kendilerini dünyanın en kötü insanı gibi hissettikleri bir hikâyeyi anlatıyor.