40 yılı aşkın bir dönemin yaratıcılığı Sürrealizmin 100. yılı için hazırlanan sergide yeniden canlanıyor.
Centre Pompidou’nun multidisipliner sergi geleneğine sadık kalınarak hazırlanan “Sürrealizm” sergisi resim, çizim, film, fotoğraf ve edebi belgeleri bir araya getiriyor. Sergide, Leonora Carrington, Remedios Varo, Ithell Colquhoun, Dora Maar ve Dorothea Tanning gibi kadın sanatçılara önemli bir yer ayrılıyor.
Sürrealistlerin, teknik rasyonaliteye dayalı medeniyet modeline karşı çıkışları ve Antonin Artaud’nun Tarahumara kültürü ile André Breton’un incelediği Hopi kültürüne duydukları ilgi, onların modernliğini ve kültürel çeşitliliğe olan saygılarını kanıtlıyor. Sürrealizm, her ne kadar bir hareket olarak dağılmış olsa da sanat ve toplum üzerindeki etkisi sona ermedi. Çağdaş sanattan film prodüksiyonlarına, modadan çizgi romanlara kadar birçok alanda ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
- Design Miami.Paris 2024: Tarih ve Çağdaş Tasarımın Buluşması
- Hayatın Renkleriyle Buluşma: Agathe Berjaut ve Nüanslar
- 15 Adımda Sergi Nasıl Gezilir?
- İstanbul Sergi Rehberi: Kasım 2024
KÜRATÖRLER
Centre Pompidou’daki “La Révolution surréaliste” sergisinden 20 yıl sonra serginin küratörü Marie Sarré, Sürrealizm’i sergilemenin zorluklarını şöyle özetliyor: “Sürrealizm, uzun yıllar boyunca 1940’ta sona eren bir avangart hareket olarak kabul edildi. Ancak Ekim 1969’da resmen dağılana kadar varlığını sürdürdü. Bu nedenle, hareketin tamamını ele alarak savaş sonrası sürrealizmin sanat tarihindeki hak ettiği yeri vurgulamak önemliydi.
Ayrıca, sürrealizm artık sadece Paris veya Avrupa hareketi olarak düşünülemez; ABD, Latin Amerika, Kuzey Afrika ve Asya’ya yayılarak uluslararası bir kimlik kazandı. Kadınların hareketin içindeki rolü de son yıllarda büyük ölçüde yeniden değerlendirildi. 20. yüzyılın hiçbir hareketi, bu kadar çok sayıda kadını sadece ilham perisi olarak değil; sanatçı olarak bünyesine katmadı. Bunun yanında sürrealist sergilerin, geniş kitleler tarafından ilgi gören etkinlikler olduğunu hatırlatmak önemliydi. Bu geleneği sürdürerek “Sürrealizm” sergisi de şiirsel imgelerin haritasını çıkarmayı amaçlayan tematik bir yaklaşımla hazırlandı.”
Sürrealizmin 2024 yılında neden hâlâ güncel olduğuna dair soruya, diğer küratör Didier Ottinger şöyle yanıt veriyor: “Sürrealizm her zaman bir denge duygusunu korudu; Rimbaud’nun ‘Hayatı değiştir’ ifadesi ile Marx’ın ‘Dünyayı değiştir’ çağrısını uzlaştırdı. Sürrealistler, başından beri politik olarak aktifti. Sömürgeciliği ve totalitarizmi kınadılar, özgürlük ve insan onuru için savaştılar. Bu hareket, yıllar sonra bile Prag’dan Tokyo’ya, Londra’dan Kahire’ye kadar uzandı; özgürleşme ideali etrafında birleşen bir yıldız haritası gibi yayıldı. Ayrıca o dönemdeki diğer tüm sanat hareketlerinden daha fazla kadını kabul etti. Hareketin medeniyet modelini sorgulaması, onu bugüne kadar canlı tutan unsur oldu. Romantizm mirasını sürdüren sürrealizm, modern toplumun teknolojiye ve tüketiciliğe olan saplantısını sürekli eleştirdi.”
1947 yılında Marcel Duchamp tarafından labirent şeklinde tasarlanan bir sürrealist serginin de etkisi, bu sergide görülmeye devam ediyor. Labirent, zıtlıkların uzlaştığı bir alanı temsil ediyor: yaşam ve ölüm, gerçek ve hayali, geçmiş ve gelecek. Bu labirent, sürrealizmin başlangıcından dağılmasına kadar olan süreçteki zıtlıkları kucaklamasını simgeliyor. Sergiyi gezerken, tüm düşüncelerinizi kapıda bırakıp sürrealizmin sizi bambaşka bir dünyaya sürüklemesine izin vermelisiniz.
Sergi, kronolojik ve tematik olarak düzenlenmiş 13 bölümden oluşuyor. Bu bölümler, sürrealizme ilham veren edebi figürler ve hayal dünyasını şekillendiren mitlerle bağlantılı olarak sergileniyor.
MEDYUMLARIN GİRİŞİ
Sürrealizm, şairleri evrenle derin bir bağ kurabilen ve şiirle kehanetin kadim uyumunu yeniden canlandıran “durugörücüler” olarak tanımlıyordu. 1914 yılında Giorgio de Chirico, Guillaume Apollinaire’in kafasında bir hedef işareti olan bir portre çizdi ve Apollinaire’in üç yıl sonra yaralanacağı yeri şaşırtıcı bir şekilde öngördü.1922’de André Breton, geleceğin Sürrealistlerinin katıldığı hipnotik uyku seanslarını anlatan “Entrée des médiums/Medyumların Girişi” adlı eserini yayınladı.
Bu bilinçdışına dalış, psikotik bozuklukları olan kişilerin sanatsal üretimlerinde yankı buldu. Aynı yöntem, Breton ve Philippe Soupault’un 1919’da otomatik yazıyla birlikte yazdıkları “Les Champs magnétiques/Manyetik Alanlar” adlı eserde de kullanıldı ve Max Ernst’in frotaj çalışmaları ile André Masson’un kum resimlerinde kendini gösterdi.
RÜYANIN YÖRÜNGESİ
Tıp öğrencisi André Breton, Albert Maury’nin rüyaları nörolojik açıdan inceleyen “Sleep and Dreams/Uyku ve Rüyalar” (1861) adlı kitabına büyük ilgi duyuyordu. 1916’da bir nöropsikiyatri merkezinde çalışırken Freud’un psikotik hastaların rüyalarını yorumlayarak onları tedavi etme yöntemini öğrendi. Sürrealistler, bu psikanalitik yaklaşımları şiire uygulayarak, rüyalarını dergilerde yayınlayıp uykunun sınırındaki gizemli imgeleri yakalamayı hedeflediler.
1932’de Paul Éluard ve Breton, “Communicating Vessels/İletişim Kurma Damarları” adlı eserlerinde rüya ile gerçeği birleştirmeye çalıştılar. Sürrealist Manifesto’da Breton, rüyaların yaşamın temel sorularına çözüm sunup sunamayacağını sorguladı.
LAUTREAMONT
1914 yılında Vers et Prose dergisi, 21 yaşında ölen ve uzun süredir unutulmuş bir yazar olan Isidore Ducasse’ın (Comte de Lautréamont) eserini yayınladı. Philippe Soupault, Lautréamont’u okumanın hayatını değiştirdiğini ve bu eseri Breton’la paylaştığını söyledi. Breton da eseri Aragon’a gösterdi ve böylece genç Sürrealistler için yeni bir edebi mit doğdu. “Les Chants de Maldoror”, kaotik ve şiddet dolu yapısıyla savaşın parçaladığı dünyaya uygun bir tepkiydi. Lautréamont’un güzellik tanımı olan “bir dikiş makinesi ve bir şemsiyenin bir diseksiyon masasında tesadüfi karşılaşması”, Sürrealizmin kolaj estetiğinin temelini oluşturdu.
KİMERA
Homeros’un “İlyada”da yarı aslan, yarı yılan ve yarı keçi olarak tanımladığı efsanevi Kimera, mantıkdışı yapısı nedeniyle Sürrealistlerin hayal gücünü uzun süre etkiledi. 1925 yılında Sürrealistler, Lautréamont’un “Şiir herkes tarafından yapılmalıdır, tek bir kişi tarafından değil” sözüne dayanarak Exquisite Corpse oyununu icat ettiler. Başlangıçta bir kelime oyunu olan bu yöntem, kısa sürede çizimlere uygulandı. Ortaya çıkan yaratıklar, tek bir aklın hayal edemeyeceği eserlerdi ve Kimera, anarşi dolu bir dünyanın sembolü haline geldi.
“Çocukluk belki de gerçek hayata en yakın şeydir”
ALICE
André Breton, “Çocukluk belki de gerçek hayata en yakın şeydir” demişti. Sürrealistler, Alice Harikalar Diyarında’ya, çocukluğun hayal dünyasını yansıtması nedeniyle hayran kaldılar. 1931’de Aragon, Lewis Carroll üzerine bir makale yazdı ve Alice’i Sürrealistlerin simge isimlerinden biri haline getirdi. Carroll’ın “The Hunting of the Snark” adlı eseri de Aragon tarafından çevrildi. Alice’in mantığı altüst eden dünyası, Breton’ın “Kara Mizah Antolojisi”nde Carroll’ı Sürrealizmin öncülerinden biri olarak adlandırmasına yol açtı. Sürrealistler için Alice, çocukluğun isyan ve özgürlüğünü temsil ediyordu.
POLİTİK CANAVARLAR
Sürrealizm, iki temel fikirden ilham alıyordu: Karl Marx’ın “dünyayı değiştirme” çağrısı ve Arthur Rimbaud’nun “hayatı değiştirme” isteği. 1925’te Sürrealistler, Clarté grubundan genç komünistlerle çalışarak siyasete adım attılar. Beraber, Fransa’nın Fas’taki sömürge savaşını protesto eden bir manifesto imzaladılar. 1930’larda faşizmin yükselmesiyle, birçok sanatçı sanatı ile politik eylemleri arasındaki ilişkiyi sorgulamaya başladı. Sürrealizm, bu dönemde totalitarizmin tehdidini simgeleyen “canavarlar” yarattı. 1932’de Adolf Hitler iktidara gelmeden hemen önce, yeni bir Sürrealist dergi, Minotaur adında mitolojik bir canavarı sembolü olarak seçti.
ANNELERİN KRALLIĞI
Goethe’nin Faust II eserinde bahsettiği “Mothers/Anneler”, Sürrealizm’de önemli bir şiirsel mit haline geldi. André Breton, 1927’de Yves Tanguy’u ilk sanat sergisinde “Kingdom of the Mothers/Annelerin Krallığı”nı keşfeden ilk kişi olarak tanıttı. Bu anneler, her şeyin bir anda değişebileceği yaratıcı bir güç olarak görülüyordu. Sürrealistler için anneler, sürekli değişim ve dönüşümün kaynağıydı ve otomatik yazı gibi yaratıcı süreçleri destekliyorlardı. Grace Pailthorpe, Jane Graverol ve Salvador Dalí gibi sanatçılar da “Anneler”i hayal gücünün tükenmez bir kaynağı olarak gördüler.
MELUSINE
Yarı kadın, yarı yılan olan Mélusine efsanesi, orta çağ masallarında ortaya çıktı. André Breton, Amerika’da sürgündeyken yazdığı Arcane 17 adlı kitabında bu miti yeniden ele aldı. Kitapta, New Mexico ve doğu Kanada’nın geniş doğal manzaralarıyla bağlantı kurarak doğayla uyum temalarını işledi. Mélusine, doğanın temel unsurlarıyla yeniden bağlantı kurmayı sembolize etti. Breton’un yerli Amerikan kültürleriyle karşılaşması, insanların doğayla derin bir bağ içinde olduğu bir gelecek vizyonunu güçlendirdi.
ORMANLAR
Şair Charles Baudelaire için orman, gizli ilişkilerin ortaya çıktığı mistik bir yerdi. Sürrealistler, ormanı bilinçaltı keşif ve dönüşüm sembolü olarak gördüler. Max Ernst gibi sanatçılar, Alman Romantizmi’nin karanlığı ve gizemi keşfetmelerinden etkilenerek ormanı eserlerinde işlediler. Kübalı sanatçı Wifredo Lam, sömürgeciliğin verdiği zararı eleştirerek, ormanı saf ve ilkel doğanın bir kutlaması olarak resmetti. Benjamin Péret, 1938 tarihli bir yazısında, terk edilmiş bir trenin ormandan geçişini, doğanın insan ilerlemesine karşı zaferi olarak yorumladı.
FELSEFE TAŞI
André Breton, 1929’da yazdığı Sürrealizmin İkinci Manifestosu’nda, Sürrealizm ile simya arasındaki benzerlikleri vurguladı. Simya, sıradan metalleri altına dönüştürme sanatı olduğu kadar Sürrealistler için bilgi ve şiiri birleştirme arzusunun da bir metaforu oldu. Hermès Trismégiste ve Nicolas Flamel gibi simyacılar, Sürrealist sanatçıların ilham kaynaklarından biri haline geldi. Simya, Sürrealistler için varoluşun tüm yönlerinin birbiriyle bağlantılı olduğu bir “aşk bilimi” olarak kabul ediliyordu. Breton’un mezar taşı yazısında yer alan “I seek the gold of time/Zamanın altınını arıyorum” ifadesi, simyanın derin ve dönüştürücü gücüne olan inancını simgeliyordu.
“Düşünen kişi karanlıkta yaşar; düşünmeyen kişi ise körlükte yaşar. Sadece siyahı seçebiliriz.”
GECEYE İLAHİLER
Novalis, Romantik dönemde yayınlanan Geceye İlahiler eserinde, “anlatılamaz, kutsal ve gizemli geceyi” yüceltti. Sembolist şairler için, Victor Hugo belirsizlikten yana tavır alarak şunu vurguladı: “Düşünen kişi karanlıkta yaşar; düşünmeyen kişi ise körlükte yaşar. Sadece siyahı seçebiliriz.” Gérard de Nerval, Aurélia: Rüya ve Hayat başlıklı eserinde, Sürrealist gecenin doğuşunu müjdeledi. Bu zıtlıkların bir araya gelişi, André Breton’un paradoksal başlığı Ayçiçeği Gecesi’ne ve René Magritte’in Işık İmparatorluğu serisine ilham verdi. Rumen fotoğrafçı Brassai ise Paris By Night adlı kitabında, modern bir şehri gizemli ve arkaik bir labirente dönüştürebilen başkalaşımın gücünü gözler önüne serdi. Gece kuşları, Nosferatu ve Fantômas’ın izinden giden Sürrealistler, 1938’de Paris’teki Galerie des Beaux-Arts’ta düzenledikleri Exposition internationale du Surréalisme sergisinde ziyaretçileri karanlığın içine çekerek belirsizliğe sürüklediler.
EROS’UN GÖZYAŞLARI
“Sürrealist eserlerin en belirgin özelliği, öncelikle erotik çağrışımlarıdır” diyen André Breton, erotizmi Sürrealizmin merkezine yerleştirdi ve “L’Amour fou”yu (çılgın aşk) en saf haliyle yeniden tanımladı: Zihinsel bozuklukları tetikleyebilecek kadar derin bir tutku. Sürrealist aşk, hem skandal yaratan hem de devrimci bir güç olarak ortaya çıktı. Marquis de Sade, mutlak özgürlük arayışında bu yolda öncü oldu ve onun etkisi, Alberto Giacometti’nin Hoş Olmayan Nesnesi, Hans Bellmer’in Bebek serisi ve Joyce Mansour’un kışkırtıcı şiirleri gibi eserlerde kendini gösterdi. Sade’ın eserlerinin yayıncısı JJ Pauvert, bu yazıların ardından üç yıl süren bir mahkeme süreciyle karşı karşıya kaldı. Ancak 1959’da Daniel Cordier Galerisi’nde düzenlenen 8. Exposition internationale du Surréalisme (EROS) sergisinde erotizm ana tema olarak seçilerek bu kavram Sürrealist sanatın merkezine yerleşti.
KOZMOS
André Breton, 1942’de kaleme aldığı Gerçeküstücülüğün Üçüncü Manifestosuna Giriş veya Değil adlı eserinde, insanlığın evrendeki yerini yeniden sorguladı: “Belki de insan, evrenin merkezi ya da odak noktası değildir.” Modern dünyanın doğadan kopuk, ona sahip olma arzusundan uzak bu düşünceyle, Sürrealizm orta çağdaki mikrokozmos ile makrokozmos arasındaki süreklilik ilkesini benimsedi. Breton’un Hopi topraklarına ve Antonin Artaud’nun Tarahumara yerlilerine yaptığı seyahatler, doğayla daha derin bir bağın hâlâ mümkün olduğunu gözler önüne serdi. Bu düşünceyi doğrulayan André Masson’un 1943 tarihli Kozmosun Birliği adlı gravüründe, “Dünyada hiçbir şey cansız değildir, mineraller, bitkiler, yıldızlar ve hayvan bedenleri arasında bir ilişki vardır,” sözleriyle bu evrensel bağ vurgulandı.