Zorlu Center’da bulunan Raffles İstanbul, “commissioned”, yani otel için özel tasarlanmış 224 eseriyle bir nevi çağdaş sanat müzesini anımsatıyor. Eserler, İstanbul Rüyası konseptiyle üretilmiş. Otelin Pazarlama Direktörü ve bir sanat tutkunu olan Deniz Met’in eşliğinde, öne çıkan eserleri gezdik ve kendisinden eserlerin hikâyelerini dinledik.
Röportaj Müjde Işıl
Fotoğraf İnanç Baylan
Proje Asistanı Sena Çakıcı
İstanbul’un merkezindeki bir otelde konaklarken aynı zamanda sanat eseriyle iç içe İstanbul Rüyası’nı yaşamak… Raffles İstanbul’a adım attığınızda bu ilginç duyguyu hissediyorsunuz. “İstanbul Rüyası” konseptiyle üretilmiş 224 esere ev sahipliği yapan otel, yerli ve yabancı sanatçıların özel olarak ürettiği eserlerle sadece İstanbul’u değil, çağdaş sanatının o geniş evreninde zengin bir tecrübe yaşatıyor konuklarına.
Otelin Pazarlama Direktörü Deniz Met, tam bir sanat tutkunu. Her eseri anlatırken ve yorumlarken o eserle kurduğu bağı hissediyorsunuz. Ona yönelttiğimiz ilk soru da, bu konseptin nasıl ortaya çıktığı oluyor: “Projenin mimarı, dünyanın en lüks otellerinin iç mimarisini yapan HBA (Hirsch Bedner Associates) ile sanat danışmanlığını yapan Canvas Art Consultants. Hem Zorlu hem de Raffles ile ‘İstanbul Rüyası’ konsepti üzerine hemfikir kalınıyor ve otelin bütün iç mimari tasarımı bu konsept üzerine kurgulanıyor. Ben otelin açılmasından bir yıl kadar önce, otelin ilk personeli olarak göreve başladım. 1 Eylül 2013’te işe başladım ve otel 2014’te açıldı. O yüzden hem HBA’in hem de Canvas Art Consultants’ın içinde olan tasarımcılardan, o bir yıllık süre içinde hikâyeyi dinleme imkânım oldu” diye açıklıyor Deniz Met.
Yerli eserlerin küratörlüğünü Meray Akmut üstlenmiş. Akmut’un bu projeye nasıl dahil olduğunu şöyle anlatıyor Met: “Canvas Art Consultants, 70 kadar sanatçıyla çalışıyor. Bu 70 sanatçının üçte birini, aşağı yukarı 30 sanatçıyı da Meral Akmut, İstanbul’dan organize ediyor. ‘İstanbul Rüyası’nı İstanbul’daki bu sanatçılar anlatıyor. Projenin bu ayağında Meral Akmut’un çok emeği var. Özellikle bir otel, sanatı kendi bünyesine almaya çalışıyorsa o noktada, o ülkenin sanatçılarını da otelin bir parçası haline getirmek, otelin lokal kitlelerle özel bir bağ kurmasını sağlıyor. Akmut’un otelde iki rolü var: Türk eserlerin hem küratörlüğünü yaptı hem de Raffles Suit’te bize özel yapmış olduğu bir eser var.”
Raffles İstanbul’un döner kapısından girer girmez lobide bizleri Martin Dawe imzalı heybetli heykel karşılıyor. Eserlerinde çoğunlukla hız ve yöne odaklanan sanatçı, bu eserini üç ton bronzdan yapmış. Heykelin duygusallığını ve heybetini hissedebilmek için farklı açılardan bakılması gerekiyor. Met de eserin ortaya çıkış öyküsünü şöyle anlatıyor: “Sanatçıya bu mekânla ilgili bir eser ve ‘İstanbul Rüyası’ teması aktarıldığında, kendisi İstanbul’la ilgili çalışmaya başlıyor ve tesadüfen Özdemir Asaf’ın ‘Lavinia”’şiirine rastlıyor. Asaf, şiirde Lavinia isimli platonik aşkından bahseder. Sanatçı, bu şiirden yola çıkarak Raffles İstanbul’un lobisine, bu aşkın ölümsüzlüğünü ve daimiliğini anlatan bir Lavinia heykeli tasarlıyor.” Heykelin otele yerleştirilmesi de ilginç bir deneyim olmuş. Hacminden dolayı heykel önce lobiye yerleştirilmiş, daha sonra da lobi kapısı yapılmış.
Bu heykelin hemen yanında, duvarda Jean François Rauzier’nin “Dolmabahçe” isimli eseri yer alıyor. Contemporary Istanbul’a sıkça katılan Fransız sanatçı, hyperphoto tekniğinin de yaratıcısı. Yüzlerce ve hatta binlerce fotoğraf karesini bir araya getirip fotoğrafa yepyeni bir bakış açısı kazandırıyor. Deniz Met, bu eserin hikâyesini şöyle özetliyor: “Yaklaşık bir yıl kadar süren resmi yazışmaların sonunda, iki saat kadar Dolmabahçe’de tek başına kalabilme izni alınıyor ve sanatçı, Dolmabahçe’nin hiperfotoğraflarını çekiyor. Yaklaşık bin tane kadar fotoğraf, dijital bir kolaj şekilde oluşturuluyor. Dolmabahçe’yi kendi dünyası ve ‘İstanbul Rüyası’ konseptine göre yeniden yorumladığı bu eserde, özellikle ortada gördüğünüz merdivenler son derece gerçekçi, avizeler son derece büyük; sanki sizi otelin içine davet eder gibi…” Jean François Rauzier’nin Raffles’ta ikinci bir eseri daha var. Bu eserde de yine bir kolaj etkisi görüyoruz; yanda bir panter, oturan bir adam dahil edilmiş. Asıl fotoğrafın biraz deforme edilip farklı elementler yerleştirildiği bir eser… Deniz Met, “2 Rauzier eserine sahip olan tek otel olduğumuzu söyleyebiliriz” diyerek bunun önemini vurguluyor.
Otel koleksiyonundaki dikkat çekici eserlerin arasında Ardan Özmenoğlu’nun yapıtları da yer alıyor. Özmenoğlu’nun Raffles’ta, post-it’lerden oluşan çalışmalarından 4 tane var. Yan yana duran seri, Atatürk tablosuyla başlayıp Afife Jale ve Ahmet Ertegün ile devam ediyor ve Fatih Sultan Mehmet ile sona eriyor. Sanatçı, Atatürk’ün çok bilinen gülen yüzlü fotoğrafını kullanmış. Afife Jale’de ise Andy Warhol etkisi göze çarpıyor. Ray Charles, Aretha Franklin ve Eric Clapton gibi dünyanın en ünlü müzisyenlerinin prodüktörü olan Ahmet Ertegün tablosu ise yabancı misafirlere onun Türk olduğunu hatırlatma görevi üstlenmiş gibi. Fatih Sultan Mehmet tablosuna ise Bellini’nin meşhur portresinin ilham kaynağı olduğu görülüyor. Bu eserde keskin renklerden ziyade pembe gibi yumuşak tonlar tercih edilmiş. Bunun nedeni de, Ardan Özmenoğlu’nun Fatih Sultan Mehmet’i savaşçı değil, sanatçı kimliğiyle ön plana çıkarmasına bağlıyor Deniz Met.
Üç sene önce vefat eden sanatçımız Yılmaz Zenger’in de iki heykeli bulunuyor otelde. İki heykel de lobiden fuayeye inen merdivenlerin iki tarafına konumlandırılmış. Zenger’in o bildiğimiz, birbirini tamamlayan karşıtlıklardan oluşturduğu çok yüzeyli heykeller bunlar. Aynı katta Yasemin Bakiri’nin metal ve cam kombinasyonlu kaftanları yer alıyor. Aynı ebatta ve farklı renklerde yapılmış üç eser, Topkapı Sarayı’ndaymışız gibi hissettiriyor. Yine aynı katta İrfan Önürmen’in de iki tane eseri var. Tülün ince ve şeffaf yapısını kullanarak harikalar yaratan Önürmen’in, parçalı ama bütüncül eserleri, yakından bakıldığında daha da hayranlık uyandırıyor. Uzaktan bakıldığında baskı hissini veren bu iki esere yaklaşınca bunların katman katman tüllerden oluşan bir insan yüzü ve bir göz olduğunu fark ediyorsunuz. Yakına geldiğinizde incecik tül parçalarını ayırt edebiliyorsunuz. Deniz Met’in ifadesiyle bu eserlerin “yakından hissi başka, uzaktan hissi ise bambaşka.”
Otelde kolajlarını gördüğümüz Margaret Tolbert, Türkiye’ye yabancı bir sanatçı değil. Sık sık Türkiye’yi ziyaret ediyor. Geçtiğimiz senelerde Salda Gölü’nün yağlıboya tablosunu yapmıştı. Restoran ve barın olduğu katta Raffles, Tolbert’in iki kolajına ev sahipliği yapıyor. İki büyük çerçeve içine alınmış onlarca minik suluboya çalışmalardan oluşuyor bu eserler. Deniz Met’in tarifiyle “Tolbert’ın buradaki eserleri çok nahif suluboyalar. Aslında özetle, İstanbul’u İstanbul yapan ne varsa, İstanbul’un dokusunda ne varsa bu karenin içinde. Detaylıca baktığınızda Topkapı Sarayı’nın önündeki çeşmeden Şehzadebaşı’ndaki bin yıllık dilek ağacına pek çok kareyi görüyorsunuz. Tabii ki İstanbul’un kedileri de var.” Hemen karşı koridorda, heykel sanatçımız Oylum Öktem’in yapmış olduğu Bizanslı çifti görüyoruz. Vücut orantıları deforme edilip biraz uzatılmış. Onları saran kıyafetler ve mozaik detayları bizi hakikaten Bizans’a götürüyor. Deniz Met’in yorumuyla “Erkek olan sanki binayı sırtlamış gibi. Çok mutlu bir çift değiller aslında. Yüzlerinde hafif bir hüzün de var; burada birbirine varmaya çalışan, kollarını birbirine doğru uzatmış bir çifti görüyoruz.”
Raffles’ın Long Bar’ı, Şahin Paksoy’a adanmış mini bir sergi alanı olarak tasarlanmış âdeta. Burada Paksoy’un alametifarikası kadın resimleri, kırmızı rengin baskın olduğu iki büyük tablo ve kadın yüzlerinin mini resimleri bulunuyor. Tablolar ile mini resimleri birbirinden ayıran bölmede Serdar Tekebaşoğlu’nun Antik Yunan’ı çağrıştıran ve o dönemlerden esinlenerek yapılmış üç tane zırhlı heykeli var. Tekebaşoğlu’nun uzuvları eksik ve boşlukta asılıymış gibi duran o ünlü heykellerini tamamlayan eserler bunlar. Genelde açık renk porselen çalışmalarını bildiğimiz sanatçı, burada koyu bir estetik tarzı tercih etmiş. Deniz Met, şu ayrıntıya dikkat çekiyor: “Karşıdan bakıldığında da ilginç bir maskülen-feminen dengesi var. Aslında bu heykeller oldukça maskülen, fakat karşılarında da Şahin Paksoy’un son derece flörtöz kadın resimleri duruyor. Sanki birbirleriyle konuşuyorlar. Başka bir açıdan baktığınızda ise son derece maskülen, son derece güçlü bir duruşları var. Ortadaki ise daha uniseks gibi; bir tarafıyla feminen bir yanı var, kalçasını bir miktar dışarıya çıkarmış, boynunu sağa doğru eğmiş gibi duran bir heykel. Ben buranın kendi içinde daha yin-yang, daha kadın-erkek enerjisi olduğunu hissediyorum.” Şahin Paksoy’un imzasını koridorlardaki çini çalışmalarda da görmek mümkün. Tüm katlarda bu çinilerden bulunuyor. “Aslında kadın ve kuş figürünün bir kombinasyonu gibi. Mitolojide Simurg diye geçer; Kaf Dağı’na uçabilen ve oradan geri gelebilen tek kuştur. Bu mitolojiden stilize edilerek yapılmış çinilerin asansörlere çok yakın olmasının sebebi, misafirlerin odalara mutlu çıkışını sembolize etmesi” diye anlatıyor Deniz Met.
Deniz Met, lobiden başlayıp koridorlar ile katlarda devam eden “İstanbul Rüyası”nın odada tamamlandığını vurguluyor. Bunun nedenini de şöyle anlatıyor: “Oteldeki 185 odanın her birinde, farklı şekilde tasarlanmış ve birbirinin kopyası olmayan tablolar var. Tanja Rector’ın; Ayasofya’nın, Sultanahmet’in ve Louvre Müzesi’nin devasa avizelerinin içindeki o minik aydınlatmaları üst üste çizdiği tablolarında ‘İstanbul Rüyası’ tamamlanıyor.”
Yazıyı bitirirken, Deniz Met’in şahane önerisini sizlerle de paylaşmak isterim. Otelin birinci katında, Handan Öney’in tasarladığı Isokyo Pan-Asya Restoranı’nda gizli bir hazine var. Girişteki perdelerin arkasındaki 100 yıllık 2 Tibet kapısı olağanüstü. “İstanbul Rüyası”nı tamamladıktan sonra bu muhteşem kapıları görmek, tarih ve sanatla bağınızı daha da güçlendiriyor.