Türk futbolunun ikonik figürü Fatih Terim, bu sıralar Netflix’te yayınlanan belgeseli ile gündemde ve her zamanki gibi tartışmaların öznesi konumunda…
Spor belgeselciliği son yıllarda fazlasıyla gelişen bir alan. Bunda hayatımızın dört yanını saran sayısız dijital platformun payı büyük. Dünya pandemiyle boğuşurken Netflix’te gösterime giren “The Last Dance”, sözü geçen akımın en konuşulan işlerinden olmuştu. Gelmiş geçmiş en büyük spor ikonlarından Michael Jordan’ın Chicago Bulls formasıyla son sezonunu merkeze alıp flashback’lerle mazisini turlayan yapım, inanılmaz bir kariyeri anlattığı için ortaya ışıltılı bir portre koyuyordu. Bunda yanlış bir taraf yok, Jordan sporun gördüğü en şaşaalı kazananlardan bir tanesiydi ve kaybetse de geri dönüp tekrar zirveye çıkmanın yolunu hep bulmuştu. Fakat anlatı tamamen efsanevi basketbolcunun gözünden yapıldığı için; onun hatırlamak istemediklerini hatırlatmamaya ya da hatırlamak istediği gibi yansıtmaya yönelik bir gidişat seçilmişti. Başta ekürisi Scottie Pippen olmak üzere, Bulls’ta birlikte forma giydiği bazı arkadaşları dahi gördüklerinden memnun olmadı. “The Last Dance”, kusursuzu anlatmaya çalışan kusurlu bir iş olarak tarihe geçti. Tabii anlatının tonu bazı yakın tanıkları rahatsız ededursun, Jordan’ın seksenler ve doksanlara yayılan basketbol yaşamını yüksek kalitede arşiv görüntüleriyle sunan belgeselin etkisi büyüktü. Hem de başka yapımlara ilham olacak kadar…
Örneğin geçtiğimiz haftalarda Netflix’te yayına giren dört bölümlük “Terim” belgeseli, kurgusu ve zamanda atlama yaptığı sekanslarıyla “The Last Dance”i hatırlattı. Üstelik iki belgeselin ortak noktaları sadece bundan ibaret değildi. Zira ortada Türk sporu ölçeğinde en az Jordan’ın alanında yaptığı kadar etki yapmış ikonik bir figür, Fatih Terim var. Adana Demirspor’da başlayıp Galatasaray kaptanlığına varan futbol kariyeri ve Ankaragücü, Göztepe, Milli Takım rotasından tekrar sarı kırmızıyla buluştuğu teknik direktörlük yaşamı onu Türk futbol tarihinin devasa bir parçası yaptı. Bilhassa da 1996-2000 seneleri arası, genç ve hırslı bir teknik adam olarak Galatasaray’ı hem ligde hem Avrupa arenasında şaha kaldırdığı dönemin bir benzeri yok. Tabii Milli Takım’ın 1996’da ilk kez Avrupa Şampiyonası bileti alması ve Euro 2008’de gelen mucizevi üçüncülük de İmparator’un özgeçmişindeki unutulmaz başarılardan. “Terim” belgeseli süresince birçoklarının zaten ezberinde olan günleri yeniden anımsıyoruz. Bu noktalarda arşiv konusunda sınıfta kalındığını söylemek yanlış olmaz. “The Last Dance”in en güçlü yönü, yani geriye dönük görsellerin berraklığı ve tutarlılığı “Terim”de mevcut değil. Öyle ki, 1996 senesinde takımın yaptığı idmanlar anlatılırken ekrana 2003’teki ikinci Terim döneminden bir antrenman anı yansıyabiliyor. Ya da dönemin gazete sayfalarını kullanmak yerine sonradan üretilmiş kupürler biraz göze batabiliyor.
Ayrıca öznesini hatalarından ziyade sevaplarıyla anlatan bir yapım görüyoruz ki burada yeniden bir “The Last Dance” paralelliği kurmak mümkün. Fatih Hoca sonlara doğru, “Hatalar yaptım, yapmaya da devam edeceğim” minvalinde bir cümle kursa da yansımaları ana hikâyenin parçası olabilmiş değil. Üstelik dönem tanıklarının sayısı ve bakış açıları da çeşitlilikten uzak. Yine de gelinen noktada anı tazelemek için dahi olsa bir şekilde kendini izleten bir iş var. Terim’in Galatasaray’ının Avrupa’daki etkisini ve yarattığı korku faktörünü, bir Türk teknik adamın Milan gibi dünya devi bir kulübün başına geçmesinin ne kadar büyük iş olduğunu anımsıyor; Euro 2008’deki mucizevi geri dönüşlerinin arkasında ne denli motivasyon ve inanç olduğuna şahitlik ediyoruz. Sonuç olarak, “Terim” de kusursuz bir iş değil. Belki de hatalarını kendi kafalarından çabucak sildikleri için o kadar büyüyen figürlerin hikâyelerini anlatmak zor zanaat. Onların unuttuklarını başkaları neden hatırlasın ki?