Sanatın her alanının tam ortasında duran kurmaca ve kurgu, izleyiciye gerçek yaşamın da bir tür kurgudan ibaret olduğunu ve sanatın aslında bunu keşfetmek için uzun bir hikâye olduğunu gösteriyor olabilir mi? Kurgulanmış eserler, sergiler hikâyenin nerede başlayabileceğini söylüyor ve sonsuz olduğunu fısıldıyor…
Güncel sanatta, artık daha da çok rastladığımız kurgulanmış sergiler, kurgu ve hayal gücünden yola çıkarak gerçek kavramlara dayandırılan eserler ve onların hikâyeleri yaşantımızda derin bir yerde konumlanmaya başladı.
Kurgulanmış bir gerçeğin hikâyeye dönmesi ve sanatçının gözünden ya da küratörün bakış açısından izleyiciye ulaşması yeni bir eğilim olmasa da gittikçe daha sık gördüğümüz bir uygulama. Diğer yandan, kurmaca bir eserin ya da kurgulanmış bir hikâyenin (ve serginin) nerede başlayıp nerede bittiği zaman içinde kendini gösterecek. Bu eserlerin ya da sergilerin kendini izleyiciye ne kadar doğru ifade ettiği, kurmaca eserlerle karşılaştığımızda ziyaretçi olarak bizlerin içine girdiği düşünceler, tepkiler, varılan sonuçlar, tüm bunları gerçek kılmıyor mu?
Bu açılardan bakınca, aslında kurgu, gerçek olmayan bir hikâyeyi değil, yaşantımızın her alanında her şeyin bir kurgusu olduğunu ve bunların gerçek olduğunu gösteriyor. Edebi eserlerde bahsedilen “kurgu” ya da “kurmaca” kelimesi ilk defa, Aydınlanma Çağı’nın önemli yazarları arasında olan Samuel Johnson tarafından kullanılmış. Johnson bir yazısında kurmaca kelimesinin, İngiliz dili ve edebiyatında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu anlatıyor. Johnson’a göre bu öyle değerli ve önemli bir alan ki; insanların birbirini anlama kapasitesini ve iletişimini derinleştiriyor. Çünkü, kurmaca yazın-kurmaca eser, kurmacanın ve kurgunun bulunduğu her alan günlük yaşamdan, duygulardan ve sadece insanda var olan özelliklerden etkileniyor. * (Sukla, 2015:16). Böylece, gerçek olmayanı değil de, gerçek olanı ifade ediyor.
Dilin Aldatıcı Doğası
Günümüzde ise bizler kurmaca ya da kurguyu gerçek olmayanı ifade etmek ve anlamlandırmak için kullanıyoruz. Bu durumda, dilin aldatıcı doğasının tam ortasındayız diyebilir miyiz?Dil görselliğin ötesinde soyut bir alanda, her şeyin etkisiyle bazen de tek başına yalnız var oluyor. Bu var oluş bazen öyle farklı anlamlar üretiyor ki, sorguladığımız ya da daha basit bir şekilde yaşadığımız her anın aklımızda –dil aracılığı ile– hikâyelere dönüşmemesi olanaksız. Bu nedenle hayatımızın tam ortasında bazen “anlam kaymalarıyla” baş başa kalıyoruz.
“Kurgu kelimesi, sanat ve edebiyat içinde kullanım açısından böyle bir anlam kaymasına uğramıştır,” diyor edebiyatçı ve yazar Profesör Ananta Ch. Sukla. “Kurgu” dediğimiz anda sadece sözle ifade edilen, düşüncede kalan ve gerçek olmayan bir hikâyeyle karşılaştığımızı düşünüyoruz. O an, kurgulanmış ve gerçeği sorgulanan bir alanda “hayali” ifadeler geliyor aklımıza. Oysaki, şüphe verici bu kelime gerçekliğe yansıma yapan bir alanda duruyor yaşantımızda. Bu yüzden, kurgu kelimesi, artık günümüz sanatında ve müzelerde kullanılıyor ve gerçek olmayan bir şeyi ifade etmek yerine, hayal gücüyle birleşen, tüm inançlardan bağımsız duran bir gerçekliği gösteriyor. En önemlisi de eserin yaratıcısına dair derin bilgiler veriyor.
Sanatçı Heather Phillipson’ın Tate Britain’da 2021 yılında büyük bir yerleştirme ile hayata geçirdiği sergisi, gerçekliğe adanmış olaylar çerçevesinde, kurmaca bir dünyanın kapılarını açıyordu. Aslında bizler onu ilk önce, 14. İstanbul Bienali’nde, “Hazırlık/sız” adlı mekâna özgü yerleştirmesiyle tanımıştık. Bu odada bizleri içine çektiği kurmaca paralel bir dünyanın gerçekliğini gösteriyordu. 2021 yılında başlayan ve 2022’nin Ocak ayında sonra eren “Rupture NO 1: blowtorching the bitten peach” sergisinde ise Philipson Tate Britain’ın Duvey Galerileri’ni bambaşka bir yere dönüştürdü. Phillipson için çevremizde gördüğümüz hiçbir şey tek bir şey değil… Her şey, aynı anda birçok şey olabilir. Ayrı ayrı ifadeler yerine, birlikte olduklarında anlamlılar. Sanatçı, günlük yaşantısında gördüğü, duyduğu ve hissettiği her şeyi topluyor. Kurmaca ve kurguyu eserlerinin merkezine eklemek onun için bir tür iletişim tarzı. Phillipson, sonunda kurgunun kendisini getirdiği herhangi bir yerde duruyor ve o andan itibaren kurduğu bu evrende kendisinin de bir izleyici olduğunu düşünüyor. Onun sanatı kurgulanarak ortaya çıkan, hikâyelendirilen, kendini kurmaca bir öykünün bir parçası gibi gören eserlerden oluşuyor.
Yine 2021 yılında gerçekleşen Los Angeles’taki Jeffrey Deitch Galeri’de gerçekleşen sanatçı Ariana Papademetropoulos’un “The Emerald Tablet” adlı sergisinin temeli de, sadece kurmaca yazına ve kurgu kavramlara dayanıyordu. Sergi sanatçının hem kişisel sergisi hem de küratöryel projesiydi. Sergide hem farklı sanatçıların eserlerini hem de kendi eserlerini aynı anda sergileyen Papademetropoulos okültizm, sinema ve kurmacanın paralel dünyalarını bir araya getiriyordu. Sanatçı hem seçtiği eserlerle hem de kendi eserlerinde bizlere başka bir dünyanın anahtarını veriyordu. Sadece bununla da kalmıyordu Papademetropoulos ve serginin çıkış noktası olarak Frank Baum’un romanı Oz Büyücüsü’nün Dorothy’sinin yol hikâyesini (Oz Büyücüsü’ne ulaşmasını) eserlerinin üretiminin tam ortasına koyuyordu. Sanatçı, bu hikâyenin içindeki ezoterizm ve popüler kültür arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartıyordu. Kurmacadan yola çıkan ve sonunda gerçekliğe yolculuk yapan bu sergide Isabelle Albuquerque, Theodora Allen, Friedrich Kunath gibi sanatçıların da eserleri sergilendi.
Yaşantımızın tam ortasında duran kurgu aslında bizlere, yolları, yolculuğu anlatırken, hayalimizdeki imgelerin gerçeğe dönüştüğü anlar yaratıyor. Bir kez daha emin oluyoruz: Aslında gerçeklerle karşı karşıyayız. Nergis Abıyeva ve Uras Kızıl’ın küratörlüğünü üstlendiği Summart’daki sergi “Gerçekte Olmayan Şeylerin Zihinsel Tahayyülleri”, şu an burada olmayan, anında deneyimleyemediğimiz, kurmaca diye adlandırdığımız her şeyin, mekânın, nesnenin, duygunun hayali olarak dile gelmesini ifade ediyor. Sergi, bir yandan kurmacanın gerçekliğini ortaya çıkartırken, diğer yandan, Ursula K. Le Guin’in, Jorge Luis Borges’i anlatırken kullandığı kelimeler, kavramlar ve ifadelerden yola çıkıyor. Le Guin, Borges’in şiirlerinde ve hikâyelerinde dile gelen şeylere “gerçekte olmayan şeylerin zihinsel temsilleri” diyor. Böylece, Uras Kızıl ve Nergis Abıyeva da bizlere kurmaca bir atmosfer sunuyor. Ama elbette, şunu tam yeri gelmişken söylemek gerekiyor: Somut olmayan bir şeyin gerçek olmadığını söyleyebilecek bir dönemde değiliz artık. Yaşantımızın her alanında hisler sayesinde gerçekleşen ve elle tutulmayan kavramlar arasında dolaşıyoruz ve gerçekliği farklı bir alandan tecrübe edebiliyoruz.
Umberto Eco’nun Edebiyat Üzerine adlı kitabının açılış metninde de belirttiği gibi, edebiyat (ve sanat) aslında görmediğimiz, elle tutamadığımız kavramları yaşantımıza sokuyor ama o hikâyelerde, romanlarda (burada sergilerde diye de eklemek gerekiyor) olan biten her şey gerçek; çünkü onların duygularının ve derinliğinin etkisiyle bakıyoruz hayata.
*Sukla, Ananta Ch., Fiction and Art (Introduction makalesinden), Bloomsbury, Londra 2015