Ardında babadan oğula el değiştirmiş bir parşömenin zenginliği, sayısız anı, sayısız tanıklık… Sırtını Boğaz’a, yüzünü meydana dönmüş, zamana karşı dimdik ayakta Atatürk Kültür Merkezi… Nesiller boyu İstanbul’a vitrin olmuş büyük esere ve gölgesinde filizlenen Türk çağdaş sanatına saygı duruşuna çıkıyoruz.
Onu özel kılan, sadece Taksim Meydanı’na dönmüş yüzü olamaz. Türkiye’nin yıllar boyu tek opera binası olması dahi yeterli gelmiyor. Onun hikayesi; uzun yıllar süren proje süreçlerinden, başına gelen trajik olaylara rağmen yenilmemesinden, ya da yenilse dahi başı dik bir şekilde altından kalkarak hayat bulmasından bile ibaret değil. Yeni bir ulus kimliğin göstergesi saymak bile onu anlatmaya kâfi gelmiyor. Atatürk Kültür Merkezi, birkaç neslin anılarının ortağı, Türkiye’nin aydın yüzünün buluşma noktası ve bir baba oğulun ellerinde zamanla ustalaşırken sanatla dönüşen bir kentin de simgesi.
BABANIN PARŞÖMENİNDE
Ortaçağ’ın sınırlı imkanlarına rağmen Arşimet’in bugünlere ulaşmasının sebebi kuşkusuz parşömenleriydi. Tarihi şekillendiren notlarını yazdığı hayvan derisi kağıtlarını üretmek bir hayli pahalı olduğundan yazılar siliniyor, temizleniyor ve bir daha yazılmak üzere hazırlanıyordu. Adına palimpsest denilen bu yöntem, Atatürk Kültür Merkezi’nin tarihinde kendini teyit eder gibi karşımızda duruyor.
İkonik cephesi dijital teknolojilerle buluşuyor, mekanla bütünleşmiş sanat eserleri farklı formlarda sunuluyor, 60’lardaki misyonunun bir adım ötesinde 365 gün yaşayan bir kültür mekanına dönüşüyor. Kütüphaneleri, kafeleri, restoranları, sergi salonları, çocuklar için ayrılmış alanlarıyla Atatürk Kültür Merkezi, nostaljik havasını eller üstünde tutarken kente yeni bir soluk getirme peşinde. Ama onun tarihini iyi anlayabilmek için önce zamanı biraz geri sarıp Tabanlıoğlu ailesinin hikayesini hatırlamak gerekiyor…
TİYATRO AŞIĞI BİR GENÇ
Dünya henüz İkinci Dünya Savaşı’nın indirdiği darbenin şokunu atlatamamışken genç ve idealist bir mimar olan Hayati Tabanlıoğlu, Avrupa’nın yolunu tuttu. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Emin Onat, Paul Bonatz gibi mimarlık dünyasının duayen isimlerinden ders alan Tabanlıoğlu, 1950 yılında Avrupa’ya geldiğinde ilk gönlünü kaptırdığı şey sanata verilen değer oldu. Almanya ve İsviçre’de çeşitli mimarlık ofislerinde çalışırken Bochum Devlet Tiyatroları, Münih Ulusal Tiyatrosu gibi önemli kültür yapılarının tasarım süreçlerinde görev aldı. İdealistti, ama dahası tiyatroya gönül vermişti. Eş zamanlı olarak Hannover Teknik Üniversitesi’nde yürüttüğü doktora tezinde “Tiyatroda seyirci ile oyun alanı arasındaki ilişki” konusunu işlerken Avrupa’da birçok yapıyı incelemiş ve Türkiye’de bir opera binasının yapılmasını lüks değil; ihtiyaç olarak savunuyordu.
Henüz 30’larına gelmemiş genç mimar kendi geleceğini inşa ederken İstanbul’da başka bir idealin temelleri atılıyordu. Cumhuriyet’in kuruluşuyla yükselen kültür sanat ivmesi Türkiye’de Batı sanatlarının sahnelenmesi için büyük bir opera binasının ihtiyacını ortaya çıkarmıştı. Bu ideolojik bir atılım, yeni ulus kimliği için bir sembol olacaktı. 1939 yılında Fransız mimar Auguste Perret tarafından bir proje çizildi ancak tasarı aşamasının önüne geçemedi. 1946 yılında mimar Rükneddin Güney ve Feridun Kip tarafından Perret’nin projesi büyük ölçüde değiştirilerek uygulanmaya başladı. Bu kez de ülkenin ekonomik ve siyasi konjonktürü buna izin vermedi. Dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar, bu proje için ne kadar çaba harcasa da hesapları gerçeğe uymadı.
Tamamlanamayan proje Bayındırlık Bakanlığı’na devredildi ve 1956 yılında projenin başına bu alanda çalışmalarıyla duyulan Hayati Tabanlıoğlu getirildi. Tabanlıoğlu, daha önceki mimarların projedeki klasisist eğilimlerini yeni projeye taşımak istemedi. Hazır bir iskelet üzerinde çalışmanın teknik zorluklarından, bürokratik engellerinden yakınan Tabanlıoğlu, “mimarlık projesi müellefinin sınırsız serbestliğinden alıkoyduğunu” söylese de pes etmedi.
Eski projeye göre tamamlanmış cephenin önüne ek bir fuaye alanı tasarladı. Taksim Meydanı’na bakan cepheye karakteristik dokunuşu tam da bu esnada ortaya çıktı. “Bu cephenin bilhassa dünyada mevcut herhangi bir bina cephesine benzemeyen fakat bir sanat iddiasına sahip olması için bilhassa gayret sarfedilmiştir” dediği bu karakteristik cephe, Perret projesinin neoklasik ve ağır havasını bir anda şeffaf, modern bir ifadeye dönüştürdü. Gerhard Graubner, Türkiye’ye davet edilerek projeyi incelemesi istendiğinde tiyatro yapıları konusunda uzman mimar, eski öğrencisi Tabanlıoğlu’nun eserine tam not verdi.
İSTANBUL KÜLTÜR SARAYI’NDAN ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ’NE
Bina, 1969 yılında İstanbul Kültür Sarayı adıyla hizmete açıldı. Her ne kadar Muhsin Ertuğrul da dahil olmak üzere sanat çevrelerinden adıyla tepki toplasa da ardı ardına gelen başarılı temsillerle sadece İstanbul’un değil, Avrupa’nın gözde mekanlarından biri oldu. Dünyanın en büyük dördüncü, Avrupa’nınsa en büyük ikinci opera binası artık İstanbul’daydı.
Açılışından sadece bir yıl sonra, 1970 yılında “Cadı Kazanı” temsili esnasında tarihinin en hazin olayı yaşandı. Üçüncü perdenin yedinci dakikasında çiftçi rolündeki Kerim Afşar, tam ünlü repliği “Alev alev yanıyor dünya… Yanacağız, hep birlikte yanacağız” cümleleriyle başlayan tiradına hazırlanmıştı ki projektörden tutuşan dekorun alevleriyle burun buruna geldi. Orada bulunan binin üzerinde insanın can havliyle kaçtığı yangın, sadece 45 dakika içerisinde binayı küle çevirdi. Bu trajik olayın iç yüzünü anlamak üzere yapılan uzun ve detaylı soruşturmada sahne ile seyircileri ayıran demir perdenin, yağmur musluklarının ve hatta telefonların dahi çalışmadığı tespit edildi. Kulislerde Tabanlıoğlu’nun defalarca hazırlıklar bitmediği için açılışı erteleme çabası konuşulsa da soruşturmada sabotaj ihtimallerine yoğunlaşıldı. Nihayetinde Tabanlıoğlu suçsuzluğu ispatlanarak çıktığından proje bir kez daha kendisine verildi.
Yangından iki gün sonra Abdi İpekçi’nin Milliyet gazetesinde “Yanan sadece bir bina değildir… O yapıttan kalan iskeleti, ihmalimizin abidesi olarak, daima hatırlanacak acı bir ders diye bir sembol gibi korumak gerek” diye yazdığı İstanbul Kültür Sarayı, artık kent tarihinde bambaşka bir anlama sahipti. Yaşadığı bu trajik olaydan çıkardığı dersler ve azimli kişiliğiyle bir kez daha proje başına oturan Tabanlıoğlu’nun yedi yılda onarımını tamamladığı bina 1987 yılında bu kez “Atatürk Kültür Merkezi” adını alarak halka açıldı.
Yenilenmiş haliyle mimarının çizgisini daha net hissettiren Atatürk Kültür Merkezi’nde Hayati Tabanlıoğlu’nun katkısı kuşkusuz sadece şeffaf ön cephesiyle sınırlı kalmıyordu. İç mekânda cam cepheyle uyumlu, küre şeklindeki aydınlatmalarla süslü merdiven, fuayenin içinde başlı başına bir heykel gibi duruyordu. Tabanlıoğlu bununla da yetinmedi; dönemin ünlü mimarlarından Aydın Boysan, mühendis Willi Ehle, aydınlatma tasarımcısı Johannes Dinnebier, Sadi Diren ve Belma Diren gibi alanının en iyilerini davet ederek birikimlerinden yararlandı. Yenilikçi vizyonuyla fark yaratırken binaya yerleştirdiği 100 metrekarelik Hereke halısı, Cevdet Bilgin tasarımı plastik, Oya Katoğlu ve Mustafa Pilevneli tabloları ile Atatürk Kültür Merkezi’nin adını çağdaş Türk sanatıyla birleştirdi.
Aradan geçen yıllarda Atatürk Kültür Merkezi, kültür sanat dünyasında adeta bir marka haline gelirken Hayati Tabanlıoğlu hayatını kaybetmiş, kurucusu olduğu mimarlık şirketinin başına oğlu Murat Tabanlıoğlu geçmiş, Marmara depremi tüm Türkiye’yi sarsmış ve nihayetinde bina için güçlendirme yapılmasına karar verilmişti. Verildi verilmesine ama uygulamaya gelince işler değişiyordu. Bürokratik engeller, siyasi otoriteler, bütçeler derken 2005 yılında binanın ekonomik olarak ömrünü tamamladığı ve yıkılması gerektiğine karar verildi. Murat Tabanlıoğlu, buna itiraz etti; sadece babasının değil, İstanbul’un kültürel mirası olan binanın günün koşullarına uyum sağlanarak yeniden işlev kazandırılması gerektiğini söyledi. Dönemin kültür bakanı, yıkmak konusundaki ısrarını sürdürürken itiraz sesleri de yükselir olmuştu. Yıllar süren tartışmalar esnasında zaman zaman popülaritesini kaybeden bina, 2007 yılında tek sahneli Süreyya Operası açıldığında bir kez daha gündeme geldi. O güne dek tek opera binası olan A.K.M.’ye çevrilen gözler bu kez kesin olarak yıkım kararıyla karşılaştı ve bina 1 Haziran 2008 – 1 Ekim 2009 tarihleri arasında restorasyonu yapılacak şekilde kapatıldı. Bu kez projenin başında ikinci kuşak; Murat Tabanlıoğlu olacaktı.
YILAN HİKAYESİ
Sonraki yıllar çizilen projelere gelen itirazlar, o itirazlara verilen yanıtlar, yüksek bütçeler, bürokratik engeller derken yılan hikâyesine dönen bir restorasyon süreci başladı. Sabancı Vakfı’nın da desteğiyle 29 Ekim 2013’te açılması planlanan A.K.M., tarihinin en talihsiz vakasını yangın sanarken kaderini baştan yazacak bir olayda beklenmedik bir role büründü. Gezi olaylarıyla başlayan süreçte artık toplumsal olayların tanığı değil, faili olarak görüldüğünden 10 sene süreyle kaderine terk edildi. Çürümeye yüz tutan binanın nihayet yıkılmasını bekleyenlerin yanı sıra ona bir reklam aracı olarak göz dikenler kimi zaman saf değiştirerek çığ gibi büyümeye devam etti. Bina içten içe çürümeye ömrünü tamamlıyordu ama sembolik anlamından bir şey kaybetmiyordu. 2017 yılında Murat Tabanlıoğlu “tasarımda özgürlük” koşuluyla görevin başına geçti ve babasından devraldığı parşömene bu kez kendi çizimini yaptı.
2018 yılında yıkılan Atatürk Kültür Merkezi, 29 Ekim 2021 yılında yepyeni bir vizyon ve çok daha iddialı bir misyonla halka açıldı. Geçen yüzyıla ait elitist bakış açılarından sıyrılarak tasarlanan yeni bina, Hayati Tabanlıoğlu’nun sanatsal bakışına sahip çıkarken Murat Tabanlıoğlu’nun vizyonuyla 7/24 yaşayan bir kültür mekânına dönüştü. Hacmi ve yüksekliğiyle eski A.K.M.’ye çok benzer olarak tasarlansa da ek kullanım alanlarıyla farklı bir misyon edindi. “Kentin ve kentlinin içinden geçtiği bir anlayışla” hazırlanarak uzun yıllar otopark olarak kullanılan alan, buraya dahil edildi ve bir pasaj havası yaratıldı. İkonik ön cephe, dijitalleşme donatılarıyla buluştu; koyu rengi açık renkli alüminyum malzemelerle güncellenerek daha modern bir çehreye sahip oldu. Avrupa’da birçok opera binasında karşımıza çıkan küre formu yeni A.K.M.’nin de öne çıkan özellikleri arasında yer aldı. Kırmızı yüzeyiyle konuklarını etkileyen dev kürenin yanı sıra fuaye alanının yıldızı bir kez daha ikonik merdiven oldu. Modern ve ince hatlarıyla dikkat çeken merdiven Hayati Tabanlıoğlu’nun küre aydınlatmalarıyla ünlü eserine selam çakar gibiydi. Eski binanın önündeki ünlü Sadi Diren imzalı seramik duvar ise farklı formlar ve büyüklüklerde iç mekânda uygulandı.
Kimileri onu Avusturyalı sanat tarihçisi Aloïs Riegl’ın “amaçlanmamış anıt” kavramıyla ansın; kimi ise şehrin merkezinde ve meydanda oluşuyla tam da amaçlandığı şeye hizmet ettiğini söylesin. Tohumlarının atıldığı ilk günden bu yana sadece Türkiye’de değil, uluslararası anlamda mimarlık dünyasını farklı görüşlerle canlandıran A.K.M., yıllar içinde tanıklık ettiği toplumsal olayları, stratejik konumu, adı, aynı aileden iki kuşağın vizyonuyla hayat bulmasıyla başlı başına bir anıt. Sırtını Boğaz’a, yüzünü meydana dönmüş, zamana karşı dimdik ayakta ve daha uzun yıllar Türkiye’nin kalbinin attığı yer olacak gibi görünüyor.
Fotoğraflar: Atatürk Kültür Merkezi ve Tabanlıoğlu Architects arşivinden alınmıştır.
Yazı Saatolog 2023-2024 sayısında yayınlanmıştır.