Paris Moda Haftası, durağan geçen Milano’dan sonra istediğimiz yaratıcılık ve dramayı sundu bize!
Bu sezon Paris’in havası tıpkı pandemi öncesindeki günleri anımsatıyordu. Herkes bu moda başkentinde koleksiyonunu sunmak için yarıştaydı. İlk kez defile gösterecek olanlar, Paris’e geri dönenler ve ışıklar şehrinin olmazsa olmazları…
Yıldızlar Geçidi
LVMH, Virgil Abloh’nun moda dünyasını şok eden ölümünün arkasından henüz onun halefini açıklamak konusunda tereddütte. Ama Abloh ardından Louis Vuitton’un tasarım stüdyosuna emanet edilen koleksiyonların bu kez bir onur konuğu vardı. Bu da elbette Louis Vuitton’u haftanın en merak edilen sunumlarından birine dönüştürdü. Brooklyn menşeli KidSuper’ın tasarımcısı Colm Dillane Maison’un Paris’teki stüdyolarına konuk olarak Sonbahar-Kış 2023-24 koleksiyonun tasarım aşamasında yer aldı. Koleksiyon Virgil döneminde markanın kodlarına işleyen motifleri yine barındırıyordu. Bu da bir anda modaevinin rahatlıkla Dillane’ın ellerine bırakılabileceği söylentilerini doğurdu. Rosalía’nın mini bir konser verdiği şovun tasarımı da “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” ve birçok Björk videolarının yönetmeni Michel Gondry ve Olivier Gondry’e aitti.
Sahi neden moda müziğe bu kadar çok ihtiyaç duyuyordu?
Defile sırasında mini bir konser düzenleyen tek modaevi Louis Vuitton değildi. Birkaç sezondur koleksiyonlarını Paris Moda Haftası’nın resmi takviminin dışında sunan Saint Laurent şehre geri dönerek Pinault Koleksiyonu’nun sergilendiği Bourse de Commerce’de ağırladı misafirlerini. Charlotte Gainsbourg piyano başındayken Anthony Vaccarello, cinsiyetsiz ve romantik parçalarını podyuma yolluyordu. Terzilik becerileri, geniş omuzlar, geniş paçalı pantolon ve paltolar kilit parçalardı. Karşıtlıklar ve 80’lerdi ilham kaynağı ve Vaccarello bunu bir önceki koleksiyonunun devamı olarak sundu.
Haftanın en çok sevilen bir diğer defilesi de Ami Paris’e aitti. Erkek ve kadın giyim koleksiyonlarını birlikte sunan marka (ki Paris’te bunun örneklerini çok gördük) izleyen herkes için anında arzu nesnesine dönüşen paltoları Amerikalı müzisyen Moses Sumney performansı eşliğinde sundu! Finalini Charlotte Rampling’in yaptığı koleksiyonda Alexandre Mattiussi sade bir renk paleti üzerinden ilerlemişti. Yumuşak renk tonları, rahat siluetler ve daha ufak logolar. “Sıfırdan başlamak istedim,” diyor Mattiussi bu koleksiyon için… Loewe’de Jonathan Anderson Paris’teki bütün görkemli şov atmosferleri ve göz boyayan detaylara sahip koleksiyonların aksine fazlasıyla modern ve minimal parçalar sundu (ancak onun da davetli listesi maksimaldi). Anderson tıpkı geçtiğimiz hafta Milano’da sunduğu JW Anderson koleksiyonunda olduğu gibi neredeyse her bir model üzerinde tek bir parça ürün tanıtıyordu. Hikâye her ne kadar minimalizm yaklaşımından yola çıksa da arada abartılı avangart dokunuşlar da tabii ki vardı. Mesela metalden ya da enine doğru genişleyen volanlı ceketler gibi! Bu parçaları ilk kim giyecek, ilk nerede giyecek? Defile alanının orta yerinde de Julien Nguyen’in çizdiği resimler yer alıyordu. Bu da koleksiyonun homo-erotik yaklaşımına bir referanstı.
Paris’teki İlkler
Geçtiğimiz yaz koleksiyonunu Pitti Uomo’da sunan Grace Wales Bonner (ki aynı zamanda adı sıklıkla Louis Vuitton’da Virgil’den sonra dümeni ele alabilecek kişi olarak anılıyor) Paris’te sunduğu ilk koleksiyonla moda haftasının kazananıydı. İngiliz tasarımcı Paris’e yabancıydı, bu durumu da avantaja çevirerek zaman içinde Paris’e yerleşip burada üreten entelektüeller, sanatçılardan almıştı ilhamını. James Baldwin gibi mesela. Koleksiyonu sunmak için ihtişamlı Place Vendôme’daki Hotel D’Evreux’nun salonlarını seçmişti. 20’lerin ve Josephine Baker’ın dans ritimlerinden referans alarak tasarladığı parçalar, sadece dansın kıvrımlarına değil Baker’ın ve Baldwin’in sözlerini sakınmadan fikirlerini dile getirebilme cesaretlerine de atıfta bulunuyordu. Defilede ortamının mood’unu tamamlayan caz üstatlarından Herman Mehari’nin performansıydı. Koleksiyonun aksesuarları Gana’dan izler taşıyordu. Bunun yanında Wales Bonner’ın Jamaica milli futbol takımı için yaptığı adidas işbirliğini de barındırıyordu.
Daha önce bir kez daha Paris’te koleksiyonunu sunan Emily Bode, markası Bode’u şehre geri getirmişti, ama bir yenilikle. Materyallere ikinci bir hayat veren, ileri dönüşüm ekseninde çalışan tasarımcıların bayrak taşıyıcılarından olan Emily Bode ilk kez bir kadın koleksiyonu da sundu bu sırada. İmza parçalarının yanı sıra altın işlemeli, pullu ve payetli Amerika’nın 1930 ve 40’larını yansıtan siluetteki gece kıyafetleri da yer alıyordu…
İlham Kaynakları ve Yaratıcı İşbirlikleri
Kimono tarzını çağdaş parçalara yansıtan Nigo, Kenzo’nun koleksiyonunda The Beatles’tan; Dries Van Noten çiçek bahçelerinden, Alman coğrafyacı Alexander von Humboldt’dan almıştı ilhamını.
Givenchy’de ilham kaynağı Hubert de Givenchy’den bir başkası değildi. Matthew Williams tasarımcının 60’lı yıllarda çektirdiği bir fotoğrafından yola çıkmıştı. “Kazağını beline bağlıyordu, sanki etek giymişti,” diyor Williams. “Bu da beni kendini kıyafetler aracılığıyla ifade etme fikrine götürdü.” Williams’ın bu önermesi size yeteri kadar ikna edici geliyor mu bilemedim ama Homme Plissé Issey Miyake için asıl mevzu “uzay ve yerçekimi algımızı bulanıklaştıran bir dünya”ydı. Uzaydan ilham alan bir diğer tasarımcı da Sacai’nin başındaki Chitose Abe’ydi. Şu sıralar Cartier ile olan işbirliğinin yeni edisyonunu da bize tanıtan Japon tasarımcı tıpkı Christoper Nolan filmi “Interstellar”da olduğu gibi sınırsız uzayda bir seyahate çıkardı… Filmde Matthew McConaughey’i Carharrt tasarımları içinde gördüğümüzden bu koleksiyonda bu işbirliğinden doğan ceketler ve diğer dış giyim parçaları da yer alıyor.
Carharrt ile işbirliği yapan sadece Sacai değildi. Tıpkı Chitose Abe gibi tasarımlarında füturistik elementleri çalışan bir diğer Japon tasarımcı Junya Watanabe’de neredeyse tamamı siyah parçalardan oluşan fonksiyonel koleksiyonunda 18 farklı markayla işbirliği yapmış. Carharrt dışında, Palace, Levi’s, North Face, New Balance’ın da izlerini gördük.
Anti İşbirliği
Kim Jones Dior’da dümeni eline aldığından bu yana Maison’daki varlığını ve çizgisini işbirlikleri üzerine kurgulamıştı neredeyse. Yoon Ahn, Matthew Williams, Travis Scott en akılda kalıcı olanlardan. Bu yaratıcı ortaklıklar en son ERL ile devam etmişti. Jones, bu sezon tek başınaydı! Ve bu zamana kadar yaptığı en temiz, en iyi koleksiyonu sunmuştu.
Koleksiyonun teması akışkanlıktı… Bunu nasıl yorumlamak isterseniz, ama Kim Jones için kesinlikle evi olan Londra ve çalıştığı Paris’teki nehirleri çağrıştırıyordu. Tüm zamanların en büyük modern şairlerinden biri T.S. Eliot’ın “The Waste Land”iydi (Çorak Ülke) Jones’un koleksiyondaki dayanağı. İnsan yaşamı, ruhunun çoraklaşması, ölüm ve yenilenme fikri üzerine kurulu olan şiiri markanın global elçilerinden Robert Pattinson ve “Game of Thrones”dan tanıdığımız Gwendoline Christie okuyordu.
Şiirin aksine ne Jones’un fikirleri ne de kıyafetler çoraktı… Aksine fazlasıyla dinamik diyebiliriz. Yves Saint Laurent’ın Dior’da geçirdiği günlere atıfta bulunuyordu ve couture yaklaşımları çağdaş bir dille yorumluyordu. Modern şiir gibi! Geniş paçalı pantolonları gördük, ki zaten Paris koleksiyonlarının kilit parçasıydı. Ona pileli etekler ve transparanlar eşlik ediyordu. Hepsi de nötr tonlarındaydı (Paris koleksiyonlarının diğer en büyük trendi).