Rock’n roll’un kralı Elvis Presley; yüzlerce, binlerce olduğu üzere yine kültür sayfalarının manşetlerinde. Bu kez (çarpıcı bir anlatım diline sahip bu sinemacıyı bilhassa “Romeo ve Juliet”, “The Great Gatsby” ve “Moulin Rouge” filmlerinden iyi tanıyoruz) Baz Luhrmann’ın “Elvis” filmi münasebetiyle. Elvis (Austin Butler) ile esrarengiz menajeri Albay Parker’ın (Tom Hanks) ilişkisini konu alan film, ikilinin arasındaki karmaşık ilişkinin fonuna ABD’nin giderek kirlenen kültürel tablosunu yerleştirmiş.
Bugün Amerikan kültürüne özdeş en ünlü figür, ABD’nin çelişki ve paradokslarını bünyesinde barındırmasıyla, bu kültür üzerine en ilginç ipuçlarını taşıyan anahtar kimlik Elvis. Tüketilen bir ilah olarak tüm zamanların en çok kazandıran rahmetli sanatçısı. Etinden sütünden, kılından tüyünden faydalanılan, ölümünün üzerinden yarım asra yakın zaman geçmesine rağmen Kral, halen hayranlarının cebindeki paranın birkaç endüstriye aktarılması işinde baştan çıkarıcı bir araç olarak kullanılıyor. Adına piyasaya sürülmüş plakları; plakları bırakın, ürünleri düşünün. O bir viski şişesi, tişört, siyah kadifeden duvar halısı, işçi sınıfının kötü niyetli amblemi, bir kül tablası, piyasa değeri yüzlerce doları görmüş porselen kafalı oyuncak bebek… Ezcümle Amerikan Rüyası’nın gelmiş geçmiş en yüksek borsası.
Elvis mitini kendi üretmemiş, hatta bu kültürü oluşturan sembolleri de yaratmamış ama kesinlikle yeniden yorumlamıştı. Bir süper-starın histeriye dönüştürülmeden nasıl yaratılacağının, ölümünden sonra da nasıl yaşatılacağının en iyi örneği olmuştu.
Zamanlama da kusursuzdu; Sun Records’un patronu Sam Phillips 1954 yılında “Bana siyahlar gibi şarkı söyleyen bir beyaz verin, bir milyon dolar kazanayım” demişti. Serseri imajı, üzerinden akan kamyoncu kıroluğu, komik hareketleri, tarandığı halde hafif dağılmış saçları, Klark atmaya çalışan sırıtışıyla biçilmiş bir kaftandı Elvis. Amerikan kültürü değişmeye yüz tuttuğunda, beyazların country müziğiyle, siyahların blues’unu bir araya getirip harmanlanarak takdim edilmişti. Her ne kadar ucuz filmlerde oynasa da bu konuda da yetenekliydi, ancak asıl parmak ısırtan tarafı o güne kadar hiç kimselerin yapamadığı kadar iyi becerdiği, gençliğin başını döndüren danslarıydı.
Bunları Elvis yapmasaydı, şartlar olgunlaştığı için bir başkası çıkıp yapar mıydı? Yapardı ya da yapamazdı… Sorunun yanıtının Elvis’in değerini tartmak açısından halen hiçbir ehemmiyeti bulunmuyor.
Elvis’in kendi adını taşıyan ve 23 Mart 1956 tarihinde yayımlanan ilk albümü popüler müzik tarihinin en tutkulu, en rafine işlerinden biri olarak ünlü olmadan önceki yaşamının ipuçlarını barındırır. Bu albüm ile 1977’de son konserinde kilolu, 42 yaşında ve eski halinden eser kalmamış adam arasındaki yedi fark, müzik endüstrisinin çıplak resmiydi. O fotoğraf aslında onu bitirip tüketen dişlisi çarkı bol öğütücü bir makinayı anlatıyordu.
Birileri zamanında Elvis’i siyahların müziğini çalmakla suçlamıştı, oysa sayısız siyahi müzisyen ona özenerek müziğe başlamış, en güzel yanıtı Little Richard vermişti: “Elvis bir birleştiriciydi, tanrının lütfuydu. O geldi ve bize kapı açtı.”
Yoksul bir aileye doğan bu Mississippi-Tupelo’lu çocuk üç yaşındayken, babası sekiz dolar borç yüzünden tutuklanmıştı. 11 yaşına geldiğinde doğum günü hediyesi olarak bisiklet istediğinde annesi birkaç doları çıkışmadığı için alamamış, yerine bir gitar hediye etmişti. İşte o çıkışmayan birkaç dolar tüketilmesi neredeyse olanaksız bir efsane yaratmıştı. Neden tüketilmesi olanaksız? “Suspicious Minds”, “Love Me Tender”, “All Shook Up”, “Always On My Mind”, “Are You Lonesome Tonight”, “Jailhouse Rock”, “Rock A Hula Baby”; yanıtı, tek tek bu şarkıların müzik endüstrisinin hit listelerinin tepesinde oluşu. Bir de mezarının boş çıkmasının ardından halen yaşadığına inanan ve onun gibi giyinen binlerce hayranı…
Bir müzik yazısından ziyade sosyolojik bir deneme oldu diyenleri duyar gibiyim; zira Elvis’in mirasını düşününce sosyolojik yanı, estetik yanına ağır basıyor. Filmle başladık, filmle bitirelim: Elvis’i yeni bir şeyler keşfedeceğim beklentisiyle izlemeyin. Unutmayın: Hafıza tazelemek ve bildiklerimizi unutmamak da keşiftir. İnsanlık onu hiç unutmayacak, o hep buradaydı, yine de hoş geldi…