Güçlü karakterleri, bitmeyen sinema tutkusuyla hikaye anlatıcılığında tartışmasız bir deha; Pedro Almodóvar.
Pedro Almodóvar henüz sekiz yaşındayken ailesi güneydeki La Mancha’dan batıya; derme çatma kerpiç evler, arduaz sokaklar ve daracık ufuklarla dolu bir Extremaduran kasabasına taşındı. Annesi Francisca Caballero okuma yazma bilmeyen komşuları için mektuplar okuyup yazarak aile bütçesine katkı sağlıyordu. Bir gün bir komşusuna oğlundan gelen mektubu okurken, küçük Pedro annesinin ağzından dökülen kelimelerle mektuptakilerin uyuşmadığını fark etti. Sayfada yazmadığı halde “Umarım büyükannem çok iyidir, hepinizi düşünmediğim tek bir gün yok” gibi cümleler uyduruyordu. Annesinin cümleler uydurması, düpedüz yalan söylemesi dehşete düşürdü onu. Eve döndüklerinde yalanların nedenini sordu. “Ne kadar mutlu olduklarını görmedin mi?” diye cevap verdi annesi de.
Bu cümleyi kafasında evirdi, çevirdi; ucuna bucağına uzun uzun kafa yordu. Ve sonunda annesinin ne yaptığını anladı: Hayat ancak kurguyla daha katlanılabilir hale gelir. Daha iyi yaşamak için kurguya ihtiyacımız var. Yalanları, gerçekleri ve kurguyu birbirine katık edip baş döndürücü, sersemletici, sıra dışı, ama duyguların şiddetinden asla kaçmayan muhteşem hikâyeler anlatmaya böyle başladı Almodóvar.
Uykularımızı Kaçıran The Substance Sonrası: Kalıpları Yıkan Filmler
Netflix’teki Yeni İçerikler: Kasım 2024
Nefes Kesen Bilim Kurgu Dizileri
2024 Sonbahar Film Önerileri: Romantik, Hüzünlü, Sepia
O hikâyeleri alt alta koyduğumuzda senarist olarak 42, yönetmen olarak uzunlu kısalı 40 filme imza attığını görüyoruz: 1980 tarihli ilk uzun metrajlı filmi Pepi, Luci, Bom Ve Diğer Kızlar; beş Goya Ödüllü Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar (1988); kadınlara ve annelere ithaf ettiği Annem Hakkında Her Şey (1999); toplam 32 ödül kazanan Konuş Onunla (2002); BAFTA ödüllü İçinde Yaşadığım Deri (2011); otobiyografik ögelerin kol gezdiği Acı ve Zafer (2019)… Listede sinemanın gücünü yansıtan o kadar çok büyüleyici yapıt var ki, tek birini atlamaya bile içiniz elvermiyor.
Almodóvar’ın şaheserleri arasındaki yerini alan 2019 tarihli filmi Acı ve Zafer’in başkarakteri, depresif yönetmen Salvador Mallo, “Film yapmazsam hayatımın bir anlamı kalmaz” diyor bir sahnede. Almodóvar benzer unsurlar taşımasına karşın – karakteri canlandıran Antonio Banderas’ın filmde bizzat Almodóvar’ın kıyafetlerini giymesinden çekimlerin Madrid’deki apartman dairesinde yapılmasına dek – Mallo’nun kendisi olmadığını defalarca belirtse de, bu cümle onun da hayatını tanımlıyor aslında…
“Hikâye anlatma ihtiyacı bir bağımlılık, buna tutunuyorum. Ancak filmle olan ilişkim giderek daha gergin, daha sorunlu hale geliyor; çünkü o soru daima pusuda bekliyor: Zamanım ne zaman dolacak? Yaptığım son film mi olacak? Hayatımın başka yönlerini geliştirmemiş olmamın da sebebi belki odur. Tam tersine, sanırım kendimi geri çektim. Filmlerin beni bir bütün hissettiren yegâne şey olduğu bir noktadayım artık. Sahip olduğum tek şey sinema” diyor mesela birkaç yıl önceki bir röportajında – ki o zamandan beri kısalar dâhil beş film daha çektiğini ekleyelim.
25 Eylül 1949’da İspanya’nın Kastilya-La Mancha Bölgesi’ndeki küçük Calzada de Calatrava kasabasında dünyaya gelen Almodóvar’ı ailesi bir gün papaz olur umuduyla Cáceres’deki yatılı bir din okuluna gönderdi ve bir süre sonra onlar da yanına geldi. Ancak Cáceres’deki sinema salonu beklenmedik bir dünyayı önüne serdi Almodóvar’ın: “Asıl eğitimim sinema oldu, bir papazdan öğrenebileceğimden çok daha fazlasını öğretti.” Sonunda ebeveynlerinin tüm itirazlarına rağmen 1967’de Madrid’e taşındı.
Ve diktatör Franco 1975’te öldüğünde müzisyenler, sanatçılar, oyuncular ve entelektüellerle birlikte kulakları sağır eden bir özgürlük çığlığı gibi Madrid’i önüne katan La Movida dalgasına bindi. Yıllar süren baskı ortamından sonra şehri İngiliz punk ve glam’i, Amerikan yeni dalgası, 1960’ların cinsel devrimi ve karşı konulması güç bir yaratıcılık doldururken, “Benim yaşamam için Franco’nun ölmesi gerekiyordu” diyecekti Almodóvar da.
Şöyle bir Almodóvar hayal edin: Gündüzleri İspanyol telefon şirketi Telefónica’da çalışan – öyle böyle değil, 12 yıl boyunca –, geceleri bir grupta şarkı söyleyip tiyatro sahnesine çıkan, dergilere makaleler ve hikâyeler yazan, kısacası sosyal yeteneklerini Madrid’de filizlenen alternatif La Movida hareketinden bitimsiz bir iştahla besleyen bir adam. Telefónica’daki ilk maaşıyla satın aldığı Super-8 kamerasıyla sessiz seks komedileri çekmeye koyulması dönüm noktasıydı. Filmleri gece kulüpleri ve barlarda duvara yansıtarak göstermeye başladı.
1980’de ilk uzun metrajlısı Pepi, Luci, Bom Ve Diğer Kızlar geldi. Cinsel ve sosyal tabulara saldıran kitsch unsurlarla bezeli film aynı yıl San Sebastián Uluslararası Film Festivali’nde izleyici karşısına çıktığında eleştirmenlerce yerden yere vurulmasına rağmen, İspanya’da kült bir takipçi kitlesi edindi. 1988’e kadar her yıl bir film çekti. Nihayet 1988’de Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar’la Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday olduğunda annesi aradı ve dedi ki “Muhtemelen Telefónica’yı arayıp işini geri istemen için çok iyi bir zaman bu.”
Çünkü Pedro Almodóvar’ın ebeveynleriyle, özellikle annesiyle ilişkisi – filmlerinde işlediği onca aile melodramı, çıkardığı onca günah, döktüğü gözyaşlarına rağmen – hayatında hiç aşamadığı bir eşik olarak kaldı: “Asla onların istediği çocuk olamadım. Beni gerçekten sevdiler, ama hep bunu hissettim. Doğduğum sıralarda La Mancha çok muhafazakâr bir bölgeydi. 19’uncu yüzyılda yaşayan ebeveynlerim bir 21’inci yüzyıl çocuğu dünyaya getirmişti. Onların beklentileriyle benimkiler arasında derin bir uçurum vardı. Köyde kalmamı, evlenmemi, bankada çalışmamı istediler. Hatta bana bankada bir iş bile buldular. Bense kasaba hayatından nefret ediyordum… Her şey içe doğru, birbirine bakıyordu. Dert ettikleri tek şey komşular ne yapar, ne düşünür… Cehennemden farksızdı benim için. Tek isteğim oradan çıkmak, kaçmaktı.”
Bu noktada iyi ki oradan çıkmış, kaçmış; iyi ki Madrid’in kollarına düşmüş, iyi ki sarsılmaz bir üretkenlik ve hevesle film üstüne film çekmiş diyesi geliyor insanın. Yoksa yaşamın çok tanıdık ancak gözler önüne sermesi cesaret isteyen bir boyutunu kucaklayan filmlerinden mahrum kalacaktık.
Çünkü hem görsel hem duygusal bir şölendir Pedro Almodóvar’ın filmleri. Set tasarımlarından kostüm seçimlerine kadar titizlikle vurgulanmış her detay karakterlerin duygusal durumlarını yansıtır. Kimlik, cinsellik ve aile dinamikleri gibi temalara sakınmadan dalarken beyazperdede güçlü, mücadeleci ve karmaşık kadın karakterleri izler, yönetmenin empati duygusunu takdir ederiz. Karmaşık olay örgülerinde melodram, komedi ve gerilimi ustalıkla birbirine karıştırır. Kendi deneyimlerini ve gözlemlerini aktardığı karakterleri tüm kusurları ve duygusal derinlikleriyle kaçınılmaz bir özdeşleme duygusu yaratır. Anlatıları kıvrımlar, dönüşler, tepetaklak oluşlarla zengin ve meşgul edicidir. Ve kurgunun yadsınamaz gerçekliğinde yaşamı kutlarlar.
Filmlerinde delişmen kaleminden beklenmeyecek bir sadakatle yer verdiği oyuncular da vardır elbette: Pek muhterem Antonio Banderas; muhteşem Penélope Cruz; “Bunu Hak Edecek Ne Yaptım?” ve “Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar” gibi erken dönem filmlerinde görünen Carmen Maura; farklı görünümüyle unutulmaz Rossy de Palma; yetenek abidesi Julieta Serrano bir çırpıda akla gelenler.
Peki ama buram buram İspanya ve Akdeniz kokan filmografisinde, Altın Aslan ödüllü son filmi Yandaki Oda nereye düşüyor? Öncelikle şimdiye kadar Hollywood’la karşılıklı saygıya ve ihtiyatlı bir mesafeye dayalı bir ilişki kuran yönetmenin tamamı İngilizce ilk uzun metrajlı filmi. Daima bağımsızlığını korumak isteyen Almodóvar, Hollywood sistemine girmeye hiç gönüllü olmadı – hatta Brokeback Dağı filmini yönetmesi için gelen teklifi, tam anlamıyla özgür çalışamayacağı endişesiyle reddetti. Çünkü filmlerini özgün kılan unsurlardan biri kültürel ögeleri ön planda tutması. Hollywood’un ise kendi kültür kodları mevcut.
Dolayısıyla Hollywood yıldızları Julianne Moore ve Tilda Swinton’ın başrolünü üstlendiği; Sigrid Nunez’in What Are You Going Through adlı kitabından uyarlanan; yıllar sonra ölümcül bir hastalığın gölgesinde yeniden bir araya gelen iki arkadaşın duygusal yolculuğunu işleyen ve kısa bir bölümü New York’ta, ama ağırlıklı olarak İspanya’da çekilen Yandaki Oda çelişkili eleştiriler aldı. Kimileri oyuncuların güçlü performansını övdü, Pedro Almodóvar’ın Avrupai zarafeti Amerikan ruhuyla harmanladığı söylendi. Kimileri didaktik diye eleştirdi. Kimileri de yavaş, renksiz, yavan dedi – ki Almodóvar filmlerinin yanından geçmemesi gereken sıfatlar bunlar.
Ancak Yandaki Oda film evreninde biraz ofsayda düşse de yönetmene meftun biz ölümlüler hikâye anlatma tutkusu bitmediği sürece, Pedro Almodóvar’ın zamanının hiç dolmayacağını düşünerek teselli bulabiliriz.